Yakın Bir Vatan Uzak Bir Gurbet

Yakın Bir Vatan Uzak Bir Gurbet

“Filhakika Üsküp, yalnız vatan olarak değil,

şehir olarak da gurbette hatırlanmağa değer bir beldemizdi.”

Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları.

Uçağımız inişe geçerken Üsküp, bizi kapalı bir hava ve tatlı bir yağmurla karşılıyor. Havalimanından şehrin merkezine doğru gidiyoruz. İlk olarak Üsküp’ün meşhur Türk Çarşısı selamlıyor bizleri. Bursa’dan aşina olduğum yapıları ve insanları gördükçe içimde filizlenen fakat büyümeyen yabancılık hissi ortadan kalkıyor. Çarşı boyunca yürüyoruz. Yürürken bastığım taşların ayaklarımda hissettirdiği sızı dahi bana hoş gelirken, yağan ince yağmura aldırış etmeden “Biraz yağmur kimseyi incitmez.” diye içimden geçiriyorum. Yolculuğun ve günün verdiği yorgunluğu Vardar’ın kıyısında maziye emanet ederek Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün çevresinde bize rehberlik eden Ertuğrul Karakuş hocayı dinliyoruz.

Üsküp, yakın bir vatan, uzak bir gurbet… Burada tarihin cilvesine ve cazibesine kapılmamak mümkün değil. Bunun yanı sıra bizi bizden alan, içimizi ısıtan ve samimi gülüşlerimize sebep olan bir şey daha var: insan.

Bu küçük gezimizden sonra konaklayacağımız yere dönerken hemen arkamızdan kallavi bir Türkçe küfür işitiyoruz. O an yabancılığım büsbütün ruhumu terk etmek zorunda kalıyor. Sokaklardan geçerek tekrar Türk Çarşısı’na varıyoruz. Üsküp küçük bir şehir; burada kaybolmanın imkânsızlığını duyumsarken, gideceğimiz yeri bir pusula gibi minareler tarif ediyor. Akşam minarelerden yükselen ezan sesleriyle şehrin üzerinde yankılanan ince bir hüzün var. Sanki taşlar, kubbeler ve eski çınarlar bile dua ediyor. Bu ses, ince bir sızı gibi… Bana Yahya Kemal’in Ezân Sesleri şiirini hatırlatıyor. 

Ertesi gün Abdülfettah Rauf Sempozyumu’nun ilk gün oturumlarına katılmak için erkenden kalkıyoruz. İlk olarak Balkanların şairi ve âlimi Abdülfettah Rauf’un mezarına gidiyoruz. Burada şairin ruhuna dualar okurken, bir yandan da şairin zorlu hayatı hakkında Sayın Sevba Abdula hocadan bilgiler alıyoruz. Şairin, Yugoslavya döneminde Müslüman kimliğiyle nasıl yalnızlaştığını öğrenmek içimizi burkuyor. Buradan ayrıldıktan sonra ikinci durağımız Kadi Baba (Gazi Baba) türbesi oluyor. Kadi Baba türbesi ve etrafı Üsküp’ün tarihî olarak en büyük mezarlarından biri olmasıyla biliniyor. Bu tarihî mezarlık Üsküp’ün bilincini yitirmeyen hafızası. Ancak Kadi Baba hakkında bilgiler alırken türbenin etrafındaki Müslüman mezarlıklarının nasıl tahrip edildiğini acı bir şekilde öğreniyoruz. Ayrıca türbenin görmüş olduğu zararlara da sadece üzülmekle yetiniyoruz. Bu ufak kabir ziyaretlerimizden sonra tekrar şehir merkezine doğru yola koyuluyoruz. Bir sonraki durağımız, İsa Bey Camii haziresinde metfun olan Yahya Kemal’in annesi Nakıye Hanım oluyor. Daha sonra Üsküp’ün en büyük camilerinden biri olan Sultan Murat Camii’ni ziyaret ediyoruz. Bu ufak ve kısa ziyaretlerimizi gerçekleştirdikten sonra cuma namazını kılmak için Murat Paşa Camii’ne gidiyoruz. Yere serilen hasırlar üzerinde namazımızı kılarken tarif edemeyeceğim bir duygu ve ruhaniyet beni kendi büyüsünde dinlendiriyor. İşte o an, bizim olanı çok net hissediyorum. Ancak köprüden karşı tarafa geçtiğimizde Üsküp her hâliyle değişiyor. Burada dil, insan, kültür ve hatta medeniyet bile farklılaşıyor. Bizim olan burada yitiriliyor. Köprü’nün yakınındaki ve diğer yakasındaki heykeller, büyük sütunlar ve Helenistik sembollerle dolu modern düzenlemeler, sanki Üsküp’ün tarihî hafızasını bastırmak istercesine yükseliyor.

Sempozyumun ikinci gününün akşamında tekrardan karşı tarafa gittiğimizde Üsküp, Müslüman Türk kimliğinden uzaklaştırılmak için adeta estetik ameliyatı olmuş bir insana benziyor. Kaş ayrı, göz ayrı olsa da can hâlâ aynı can için atıyor. Bu tarafta dikkatimizi çeken, Üsküp’ün geçmişinin Helenistik dönem ile bağdaştırılması oluyor. Her köşe başında Büyük İskender heykelleri, mermer atlı figürler şehrin eski Osmanlı çehresine meydan okuyor gibi. Burada büyük bir hafıza savaşı görüyoruz. “Biz buyuz” demek için Helenistik döneme ait ne kadar anlam atfedilecek kişi ya da sembol varsa hepsini benimseyip sergilemekten kaçınmamışlar. Ancak burada Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek gerekir ki; bu konuda bizlerden daha başarılılar.

Her ne kadar Yahya Kemal’in anılarında Üsküp’ü okumuş ve hissetmiş olsam da burada bir şehri ve maziyi tekrardan keşfediyorum. Keşfedilenin ve hissedilenin “ev” düşüncesine bu kadar yakın olması fikri beni mutlu ediyor. Üsküp, her hâliyle hâlâ ve hâlâ bizim şehrimiz. Burada kaybedilen zamanın bir başkasının akrebi ve yelkovanı olarak ilerlemeye devam ettiğine inanıyorum. Bu sebeple Üsküp, bünyesinde bir kopuştan ziyade sürekliliği canlandırıyor. Üsküp bu yazılan cümlelerin çok çok ötesinde Yahya Kemal’in de ifade ettiği üzere benim için “Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği”* bir yer olarak hislerimde ve hafızamda kendini hatırlatıyor ve hatırlatmaya devam edecek.

* Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, (İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü, 1960), 28.

Benzer Yazılar

Yorum Yap