Uluslararası Hukukun Zorlukları ve Geleceği: Hasan Basri Bülbül Cevaplıyor

Uluslararası Hukukun Zorlukları ve Geleceği: Hasan Basri Bülbül Cevaplıyor
  • Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

İsmim Hasan Basri Bülbül. Konya’da doğdum ve büyüdüm. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2013 yılında mezun oldum. Daha sonra yüksek lisans ve doktoramı İngiltere’de Kings College London’da tamamladım. Şu an Boğaziçi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Uluslararası hukuk, insan hakları hukuku, göç ve mülteci hukuku ve uluslararası ceza hukuku alanlarında çalışmalarımı sürdürüyorum. Diğer yandan sivil toplum faaliyetlerinde de aktif olarak yer almaya çalışıyorum. Uluslararası Mülteci Hakları Derneği’nde yönetim kurulu üyesi olarak mülteci ve göçmenlerin yaşadığı hukuki sorunlara çözümler geliştirmek amacıyla çeşitli faaliyetlerde bulundum. Özellikle derneğin dış ilişkilerinde uluslararası kapasitesinin geliştirilmesi için katkı sağlamaya çalışırken, diğer yandan da mülteci hukuku alanında bir takım akademik faaliyetlerin gerçekleştirilmesine yardımcı oldum.

Halihazırda Yeryüzü Avukatları Derneği’nde (Worldwide Lawyers Association-WOLAS) yönetim kurulu üyesiyim. WOLAS olarak uluslararası hukuk alanında çalışmalar yürütüyor, özellikle mazlum halkların adalete erişiminin sağlanmasına katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda Balkan Çalışmaları Vakfı ile işbirliği içinde Üsküp’te düzenlediğimiz “Uluslararası Hukukun Başarısızlıkları ve Geleceği: Gazze, Ukrayna ve Balkanlardan Perspektifler” temalı uluslararası konferansı önemsiyor ve bunun ilgili bölgelerin uluslararası hukuk prizmasından anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. 

  • Günümüz uluslararası hukuk düzenini en çok etkileyen temel zorluk nedir ve bu zorlukla nasıl başa çıkılabilir?

Günümüz uluslararası hukuk düzeni 2. Dünya Savaşı galipleri tarafından kurulmuştur. Bu yapılırken haliyle muzaffer devletlerin çıkarları kurumsallaştırılmış ve çoğu kez uluslararası hukuk formunda diğerlerine dayatılmıştır. İlgili devletlerin sömürgeci siyaset ve uygulamaları son bulmamış, farklı formlarda devam edegelmiştir. Dolayısıyla mevcut uluslararası hukukun yaratılması ve şekillenmesi sürecinde devletler arası karşılıklı rızaya dayalı eşit ilişkilerden kaynaklı yatay bir etkileşimden ziyade, özellikle batılı büyük güçlerin tahakkümüne dayalı dikey bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Şartı devletlerin eşitliğine dayalı bir söylem geliştirmişse de, mevcut sistem ve uygulama bu ideali gerçekleştirmekten çok uzaktır.

O halde, uluslararası hukukun en temel sorunlarından biri eşitsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla ilişkili olarak gücün sınırlandırılması da başlı başına bir sorun olarak zikredilebilir. Mevcut uluslararası hukuk ne eşitliği sağlamada ne de güçlünün sınırlandırılması hususunda etkin mekanizmalara sahiptir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı bunun hem en banal hem de en çarpıcı örneğidir. Ukrayna’da Rusya’nın, Gazze’de İsrail’in işgal ve katliamlarının durdurulması noktasında uluslararası hukukun etkisizliği ortadadır. Bununla birlikte özellikle batılı devletlerin bu iki meseleye yaklaşımındaki tutarsızlık, ilkesizlik ve çifte standartlar da oldukça açık ve dikkat çekicidir. Ukrayna meselesinde uluslararası hukukun en büyük savunucusu olan batılı devletler, Filistin meselesinde uluslararası hukuku yok sayma yarışına girmişlerdir.

Bu sorunları ortadan kaldırmanın kolay olmadığı bir gerçektir. Uluslararası hukukun ise uluslararası adaleti sağlayacağı oldukça şüphelidir. Ancak bu durum uluslararası hukukun olmadığı yönünde bir yanılsamayan da yol açmamalı. Daha adil ve eşitlikçi bir düzen için çalışmak başlı başına önemli bir ideal. Bunun için devletlere, akademisyenlere ve sivil topluma farklı görevler düşüyor. Öncelikle Batı dünyasının sömürüsüne veya haksız müdahalelerine maruz kalmış ve bu yönden ortak bir tecrübeye sahip devletlerin birlikte hareket edebilmeleri ve geçmiş sömürü düzeninin günümüzdeki etkilerini ortadan kaldırmak için mücadeleye devam etmeleri gerekir.

Bu hususta uluslararası hukukun sunduğu imkanlar sonuna kadar kullanılmalı; ancak bir yandan da alternatif düzen arayışları sürdürülmelidir.

Alternatiflerin yaratılması noktasında da fikir adamlarına önemli görevler düşmektedir. Uluslararası hukukta bilgi üretimi, diğer pek çok alanda olduğu gibi, halen Batı dünyasının hegemonyası altındadır. Bu hegemonyanın kırılması elbette farklı epistemolojilerin yaratılması ile mümkündür. Sivil toplumun ise daha ziyade mevcut mekanizmaların en etkin şekilde kullanımına odaklanması gerektiğini düşünüyorum.

  • Egemenlik ilkesinin uluslararası hukukta sınırlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu ilke, insan hakları müdahaleleriyle nasıl dengelenebilir?

Egemenlik modern bir kavramdır ve kabaca en üstün yasa yapma yetkisi olarak tanımlanabilir. Batı dünyasında meşruiyetin kaynağı Tanrı veya Kilise olmaktan çıktıktan sonra kralların sınırsız güç sahibi olması durumunu ifade eder. Dolayısıyla din veya bunun emrettiği adalet olguları yerine “kuvvet” veya “iktidar” başlı başına bir meşruiyet kaynağı olarak karşımıza çıkar. Egemen olmak, devletlerin iç işlerinde istediğini yapabilmesi anlamına gelir ki bu; vatandaşların her türlü kötü muameleye maruz bırakılmasını da içerebilir. Dış işlerinde ise devletlerin meşru bir sebep arayışına girme ihtiyacı olmaksızın savaş açabilme yetisine işaret eder.

Egemenlik kavramı aynı zamanda sömürgeciliğin meşrulaştırılmasında da kullanılmıştır. Sömürgeci güçler yeni keşfettikleri topraklara “terra nullius” muamelesi yapmışlardır. “Terra nullius” literatürde sahipsiz topraklar anlamına gelir. Üzerinde Batılı anlamda egemen olmayan topraklar sahipsiz olarak tanımlanmış ve böylece sahiplenilmiştir. İlgili bölgelerde yaşayan yerliler yok sayılmış veya yeri geldiğinde yok edilmiştir. Soykırım, talan ve sömürü dönemin karakteri haline gelmiştir. Beyaz ve Hristiyan olmayan yerliler ilkel varlıklar olup kendi kendilerini yönetebilecek entelektüel gelişmişlikten yoksun olarak görülmüşlerdir. Böylece bunlar siyasi bir yapı kuramazlar ve siyasi yapının en üstün formu olan devlete sahip olamazlar. Başka bir açıdan bu insanlar ancak uluslararası hukukun nesnesi olabilirler, özne veya aktör olamazlar. Kendi kendilerini idare edebilecek gelişmişlik seviyesine ulaşabilmeleri ancak beyaz adamın onları medenileştirme misyonunu yerine getirmesiyle mümkün olabilir. Bu belirsiz zamana kadar kimse onların egemenliğinden bahsedemez.

1960’lardan sonra gerçekleşen dekolonizasyon hareketi ile artık pek çok millet bağımsızlığını elde etmiş, bir devlete ve dolayısıyla egemenliğe sahip olmuşlardır. Gerçek anlamda bağımsızlığın kazanıldığını söylemek ise henüz dahi mümkün değildir. Sömürgeci faaliyetler ekonomik, ticari veya askeri ilişkilerde halen varlığını sürdürmektedir.

Tabii yıllar içerisinde egemenlik kavramı değişim ve dönüşüme uğramıştır. Her istediğini yapabilen mutlak devlet anlayışından sınırlı devlet anlayışına geçiş söz konusudur.

Genel olarak devletin sınırlarını ise insan hakları kavramı çizmektedir. Ancak yine de devletler arası ilişkilerde egemen eşitlik ilkesi ve bunun bir sonucu olarak iç işlerine karışmama ilkesi oldukça güçlüdür. Diğer yandan uluslararası hukuk meşru müdafaa hali ve Güvenlik Konseyi’nin izni dışında kuvvet kullanımını yasaklamaktadır. Peki bu iki hal dışında, bir devletin kendi vatandaşlarına karşı gerçekleştirmiş olduğu ağır insan hakları ihlallerine nasıl müdahale edilebilir? Bu soruya “insani müdahale” ve “koruma yükümlülüğü” doktrinleri üzerinden yanıtlar aranmış olsa da bu hususta nihai bir uluslararası görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Zira ilgili kavramlar güçlü devletlerin kötüye kullanımına oldukça açık olduğundan zayıf devletler nezdinde tedirginlik yaratmaktadır. Ağır insan hakları ihlallerinin engellenmesi egemen bir devlete karşı askeri müdahaleden başka türlü mümkün olmadığı zaman, uluslararası toplum her zaman uluslararası hukuka uyup müdahale etmemek veya uluslararası meşruiyet adına müdahale etmek tartışmaları arasında kalmaktadır. Mevcut uluslararası hukuk bu tartışmayı sona erdirecek bir seviyede değildir.

  • Uluslararası hukukun ideal dünyadaki rolü sizce ne olmalıdır? Bugün bu ideale ne kadar yakınız?

Mevcut uluslararası hukukun ve kurumların çoğunlukla güçlüler tarafından inşa edildiğini söylemiştik. İdeal dünyada uluslararası hukuk üzerindeki sömürgecilik etkisinin kaldırıldığı; adalet, eşitlik ve meşruiyet ekseninde yeni bir inşanın gerçekleştirildiği tasavvur edilebilir. Bunların gerçekleştirilmesi oldukça zor idealler iddia edilebilir. Böyle ise uluslararası hukukun en azından mevcut taahhütlerini yerine getirmesi beklenebilir. Savaşların önlenmesi, barış ve düzenin sağlanması, ağır suçluların cezalandırılması bunlar arasındadır. Uluslararası hukuk şu an bu en temel ihtiyaçları karşılamakta dahi aciz kalmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde silahlı çatışmalar sürmekte, bir yandan da soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları en ağır bir şekilde işlenmeye devam etmektedir. Ukrayna, Filistin, Suriye, Bosna, Libya, Rwanda, Yemen, Irak, Arakan ve diğer pek çok mesele uluslararası hukukun çaresiz kaldığı ve çözüm üretemediği meseleler olarak tarihe geçmiştir. Bu tür olaylar, uluslararası hukukun caydırıcı bir güç olmaktan uzak olduğunu ve ciddi reformlara ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Tüm bunlardan öte, bu çatışmalar, artan bir şekilde üçüncü dünya savaşının ayak sesleri olarak yorumlanmaktadır. Gelinen noktada uluslararası hukukun arzu edilen idealden her geçen gün daha da uzaklaştığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonuç olarak, güçlülerin değil, tüm insanlığın faydasını gözeten bir uluslararası hukuk sistemin oluşturulması önem arz etmektedir.  Aksi takdirde uluslararası hukuk adalet peşinde olan mağdurların hayal kırıklığını derinleştirmeye devam edecek, uluslararası toplum nezdinde önemini kaybedip meşruiyetini yitirecektir.

Benzer Yazılar

Yorum Yap