Ben Balkanlarda hep Anadolu’yu, Anadolu’da da Balkanları görürüm. Aradaki farklara rağmen, benzerlikler o kadar fazladır ki, coğrafyayı zihnimde birbirinden hiç ayırmam. Mesela Prizren’e gittiğimde, kaleden şehri seyrederken gördüğüm manzarada Amasya’yı, Bursa’yı ve Safranbolu’yu aynı anda temaşa ederim. Nehirleriyle, köprüleriyle, tekkeleriyle ve camileriyle, Balkanlar çok aşinadır bana her zaman. Aşina ve huzurlu. Aşina ve keyifli.
İslâm coğrafyasının her noktasına bakarken koruduğum o hassasiyeti, Balkanlar için de taşıyorum: Hem geçmiş hem şimdi hem de geleceği aynı anda içimde büyütüyorum. Zira bu üç zaman dilimini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bizatihi tarih ilminin kendisini de şöyle tanımlıyorum ben: Bugünü anlamak ve geleceğe hazırlanmak için, geçmişe ayna tutmak. Balkanlar öyle zengin bir coğrafya ki, hem dünü hem bugünü hem de geleceği görebilir, duyabilir, hissedebilirsiniz.
Çok fazla mekân ve isim var. Birkaç tanesini şöyle sayabilirim: Bulgaristan’da Filibe, hâlâ bir Osmanlı şehri. Yunanistan’da Yanya, dünyada gördüğüm şehirlerin en güzelleri arasına rahatlıkla girer. Arnavutluk’ta Berat, çok etkileyicidir. Bosna’da Vişegrad’daki Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü, Kosova’da İpek, Üsküp’te Sultan Murad Camii, Karadağ’da tarihî Bar kasabasının Osmanlı kabristanları… Şahsiyetler listesi de çok kabarık: Muhammed Tayyib Okiç’ten Mehmed Hanciç’e, Aliya’dan Sabri Koçi’ye, hem heyecanımı ve umudumu diri tutan hem de gözlerimi dolduran nice isim var.
“İslâm insanı” diye bir terkipten bahsetmek caiz olacaksa eğer, ben bu terkibin en mükemmel formuna Balkanlarda eriştiği kanaatindeyim. Osmanlı’nın devleti yönetecek insan kaynağını Balkanlarda bulduğu hakikatini gözden uzak tutmamak gerekir. Batı’nın doğusu, Doğu’nun da batısı burası. Buradaki karşılaşma, çatışma ve hesaplaşmalar, karakter ve ufuk bakımından hep sıra dışı şahsiyetler vücuda getirmiş. Balkanların, insanlığa ve İslâm coğrafyasına en büyük teklifi “İslâm insanı”nı sahneye çıkarmak olmuştur ve olacaktır.