Savaş, Kimlik ve İkiyüzlülük
Bosna Savaşı, 1990’ların karanlık ve unutulmaz sayfalarından biri olarak, Avrupa’nın kalbinde yaşanan büyük bir katliamın adı oldu. Bu savaş yalnızca toprakları değil, insanlığın vicdanını da paramparça etti. Ne var ki, savaşın dehşeti kadar, uluslararası toplumun bu katliam karşısındaki suskunluğu ve yetersizliği de tarihsel olarak aynı ölçüde yıkıcıydı. “İnsan hakları”, “uluslararası hukuk” ve “mülteci koruması” gibi kavramlar, Bosna örneğinde siyasi hesaplarla ve ayrımcı uygulamalarla içi boşaltılmış sloganlara dönüştü. Özellikle kimlik üzerinden şekillenen politik ayrımlar, savaşın şiddetini körüklemekle kalmadı, aynı zamanda savaş sonrası müdahalelerde de derin çelişkiler doğurdu.
Jasmila Žbanić’in yönettiği 2020 yapımı Nereye Gidiyorsun Aida? (Quo Vadis, Aida?), bu tarihsel travmayı bir annenin gözünden anlatan güçlü bir sinema örneğidir. Film, Birleşmiş Milletler’de (BM) tercüman olarak görev yapan Aida’nın gözünden Srebrenitsa Katliamı’nı merkezine alır. Aida, ailesini kurtarmaya çalışırken aynı zamanda içinde bulunduğu toplumun yok oluşuna da tanıklık eder.
Film, belirsizlik duygusunu ilk sahnesinden itibaren izleyiciye geçiriyor. Sıcak tonların hâkim olduğu bir odada başlayan anlatı, boşlukta dolanan kameranın Aida ve kocasının gergin yüz ifadelerine odaklanmasıyla tedirgin bir atmosfer kuruyor. Bu atmosfer yalnızca sinemasal değil; aynı zamanda izleyiciyi de yaşanacakların öngörülemezliğiyle baş başa bırakıyor.
Bu atmosfer yalnızca sinemasal değil; aynı zamanda izleyiciyi de yaşanacakların öngörülemezliğiyle baş başa bırakıyor.
Aida’nın evi, düzeni ve rutini savaşın acımasız gerçekliğiyle sarsılıyor.
Aida’nın tercümanlık görevi, sembolik bir aracı konumudur. O, sadece diller arasında değil, gerçeklikler arasında da çeviri yapar. BM askerleri ile Sırp askerlerin arasında gidip gelirken bir yandan da ailesini koruma mücadelesi verir. Fabrikaya sığınan Srebrenitsalıların temsilcisidir ama esasen o, içinde bulunduğu güvenlik yanılsamasının kırılmasını en derinden yaşayan kişidir.
Aida’nın, BM subaylarının aslında garantörlük görevini yalnızca biçimsel düzeyde yerine getirdiğini fark etmesiyle, filmin politik eleştirisi daha da derinleşir. Savaşta korumasız bırakılan sivil halk, yalnızca düşmanın değil, uluslararası korumanın da sessizliğiyle karşı karşıyadır. Filmde Sırp bir askerin Aida’ya oğullarının nerede olduğunu sorması, ormana kaçtıklarını öğrenmesi, “orman kanunlarının” geçerli olduğu bir dünya tahayyülünü açık eder. Medeni dünyanın terk edildiği, vahşetin sıradanlaştığı bir uzamdır burası.
Uluslararası Hukukun Yıkıldığı Nokta: Çifte Standart ve Kırılgan Haklar
Film yalnızca bir savaş anlatısı değildir; aynı zamanda savaş sonrası kurulan dünya düzeninin çifte standartlarını da sorgular. BM şemsiyesi altında “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa’da yaşananlar, uluslararası hukukun kâğıt üzerinde kalan yüzünü gösterir. Bu kırılganlık, sadece kurumsal yapıların değil; insan haklarının da içinin nasıl boşaltıldığını gözler önüne serer.
Özellikle savaşta tecavüzün bir silah olarak kullanılması gibi olgular, filmde açıkça işlenmese de bağlamın derin yapısında kendine yer bulur. Bu durum, insan haklarının yalnızca yazılı metinlerde değil; gerçek hayatta da ne kadar savunmasız ve ihlal edilebilir olduğunu hatırlatır. Güven, belirsizlik ve korku, film boyunca insani duyguların başat taşıyıcıları olur.
Filmin en güçlü duygusal katmanlarından biri, Aida’nın anneliği üzerinden kurulur. Onun çabası yalnızca ailesini değil; bir anlamda insanlığın geride kalan kırıntılarını koruma çabasıdır. Film, annelik kaygısıyla savaşın izlerini iç içe geçirir. Bu hem bireysel hem kolektif bir yas haline dönüşür. Kimlik temelli ayrımcılıkla daha da derinleşen bu yas, bir toplumun geleceğiyle beraber yok edilen çocukların, ailelerin ve evlerin yasını da içerir. Aida’nın sesi, aynı zamanda Srebrenitsa’nın sesi olur. Onun kişisel hikâyesi, coğrafi ve tarihsel bağlamı aşarak evrensel bir insanlık hikâyesine dönüşür.
Aida’nın sesi, aynı zamanda Srebrenitsa’nın sesi olur. Onun kişisel hikâyesi, coğrafi ve tarihsel bağlamı aşarak evrensel bir insanlık hikâyesine dönüşür.
Kötülüğün Sıradanlaştığı Yerde Aida’nın Hikâyesi Unutulmamalı
Filmin kapanış sahnesi, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramını derinlemesine hissettirir. Savaş sona ermiş, hayat görünürde normale dönmüştür. Ancak Aida, kendi evine döndüğünde savaşın önde gelen Sırp komutanlarından birinin yerleştiğini görür. Bu kişi, artık bir okul velisi olarak oğlunun etkinliğine katılan “sıradan” bir figürdür. Oysa birkaç yıl önce binlerce insanın ölümünde etkin rol oynamıştır.
Burada kötülük; dramatik bir kötücüllükten değil, bürokratik, kayıtsız ve olağanlaştırılmış bir yerden kendini gösterir. Savaşın yüzü gitmiş; yerini, gündelik yaşamın içine sızan, sıradanlaşmış bir kötülüğe bırakmıştır. Bu bağlamda Nereye Gidiyorsun Aida? yalnızca bir savaş değil, kötülüğün nasıl görünmezleştiğini anlatan bir filmdir.
Aida’nın hikâyesi, yalnızca bireysel bir dram değildir. O, parçalanmış bir coğrafyanın, paramparça olmuş insan ruhunun ve bozulmuş uluslararası düzenin yansımasıdır. Nereye Gidiyorsun Aida? savaşın yalnızca fiziksel değil, etik ve insani düzlemdeki etkilerini de göz önüne serer.
Film, annelik, kayıp, tanıklık, travma, güçsüzlük ve kötülük üzerinden yürüttüğü anlatısıyla, izleyiciyi yüzleşmeye çağırır. Srebrenitsa’nın derin yarasına tutulan bu sinemasal ayna, kötülüğün sıradanlaştığı bir dünyada hafızanın ve vicdanın ne kadar hayati olduğunu bir kez daha hatırlatır. Aida’nın sesi, bu nedenle sadece geçmişe değil; bugüne ve geleceğe de seslenir.