Hadi, 16. yüzyılın ikinci yarısına dönelim ve bir an için Drina ya da Neretva nehirlerinin kenarlarında oturduğumuzu hayal edelim; o dönemin dünyaca ünlü ustaları tam gözlerimizin önünde etkileyici bir köprü inşa ediyorlar. Kendimizi nasıl hissederiz?
Şüphesiz, böyle olağanüstü bir yapı, o dönemin kültürel merkezlerinden oldukça uzak olan Balkanların ıssız topraklarında yükselip şekil alırken, yerel halkın dikkatini çeker ve hayranlık uyandırır. Ancak, bu klasik Osmanlı döneminde, Balkanlar bölgesi, çok daha büyük bir kültürel ve politik varlığın parçası olarak gelişti ve uzun tarihsel dönemler boyunca “geri kalmış, periferal bir bölge” olarak tanımlanan yer olmaktan çıktı. Yarımada genelinde şehirler kuruldu, yollar ve hanlar inşa edildi ve iletişim küresel bir boyut kazandı. Uzak diyarlar -örneğin İstanbul, Kahire, Mekke veya Şam’a seyahat etme yeteneği- ve bilim ve sanat dillerinin, Balkan çarşılarında kültürel yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldiği çok dilli bir kültürün varlığı ve benimsenmesi, günlük bir olgu olmasa da, bölgenin genel bağlamını temsil ediyordu.
Ve ardından 19. yüzyılın ortalarına bakabiliriz. Çalkantılı ulusal hareketlerin yükselişi ve hatta kabile bilincinin artışı, Avrupa’nın devrimci sosyo-politik gelişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Ulus-devletlerin yükselişiyle şekillenen bu dönem, Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi radikal ideolojilerle doruk noktasına ulaştı. Bu süreç, bir yüzyıllık travma ve çatışmayı beraberinde getirirken, o dönemden bu yana Balkan yarımadası üzerinde bir hayalet gibi dolaşan olumsuz bir kavramı da doğurdu: “Balkanlaşma”.
Bu iki görüntü, bölgenin potansiyelini net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Adalet ve saygı temelleri üzerine inşa edildiğinde, Balkanlar kalkınma için gereken tüm koşullara sahiptir. Ancak, belirli kimliklere ve çıkarlara hapsedildiğinde, bu bölgeyi tanımlayan değerler için bir hapishane ve mezar haline gelebilir. Ne yazık ki, modern gelişmeler, Balkan halklarını çoğunlukla onlar için pek az fayda getiren bu yollara sürüklemiştir.
„Balkanlar neyimiz olur?“ sorusunun cevabı aslında oldukça nettir.
Balkanlar, farklı dünya görüşlerine, kültürlere ve inançlara sahip insanların, bu farklılıklarından dolayı baskı, rahatsızlık veya düşmanlık hissetmeden bir arada ve yan yana huzur içinde yaşayabileceği bir alan olmalıdır.
Bu kültürel ve medeniyet bağlamını, yani Balkan Yarımadası’nın özünü kabul etmek, bunu bir avantaja dönüştürmek ve çeşitliliğin temel özellik olmadığı diğer Avrupa bölgelerine kıyasla daha iyi bir konuma taşımak ne kolaydır ne de az çaba gerektiren bir iştir. Ancak tam da bu nedenle, Balkan coğrafyasındaki sosyo-politik, kültürel ve sanatsal faaliyetler, hem ağır bir yük hem de asil bir meydan okumadır. Her zaman dünyanın kesişim noktasında, büyük Doğu ile Batı arasında, başarı ve başarısızlık arasında ince bir çizgide duran Balkanlar’ı olumlu bir gözle değerlendirenlerin çabaları, özel bir uğraştır. Çünkü bu çabalar, sadece emek değil, aynı zamanda bir misyon, vizyoner bir farkındalık, geniş bir perspektif ve derin bir anlayış gerektirir.
Bu açıklama, Balkanlar’ın neden büyük insanların doğup büyüdüğü bir bölge olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Veya daha doğru bir ifadeyle, neden burada büyük insanların yetiştiği söylenebilir. Buradan çıkarılması gereken önemli bir nokta ise, Balkanlaştırma kavramının olumsuz anlamının tersine çevrilmesi ve tamamen farklı bir yöne yönlendirilmesidir -Balkan Yarımadası’nın barış, refah ve güvenlik ile tanımlanan doğasına geri dönülmesi.
Tabii ki, bu parçalanma ve politik kaos içinde, yukarıda bahsedilen özelliklerin herhangi bir düşüncesi ütopik ve hatta ulaşılmaz görünebilir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, vizyoner bir farkındalık ve misyoner bir eylem, niteliksel bir değişim yaratabilir. Balkanlar, kuşkusuz, Avrupa’nın en güzel bölgelerinden biridir. Ne yazık ki, Balkan ülkelerinin modern sosyo-politik gelişimi çoğunlukla parçalanmaya ve çatışmalara yol açan yollardan geçmiştir. Çoğu zaman, bu tür evrelerin ardından insanlar şaşkın bir şekilde, kimseye hayır getirmeyen senaryolara yol açan sebepleri sorgulamakla kalmışlardır. Yine de, geriye dönüp bakmak, geleceğe yönelik bir uyarı değil, sadece geçmişi tanımlama konusunda bir analitik yetenek olmuştur.
Bu nedenle, bu zorlu ve meydan okumalarla dolu zamanlarda, yaşadığımız alanla ilgili olarak neyi nasıl gördüğümüzü ve ne istediğimizi sürekli ve ısrarla tekrarlamak gereklidir. Temel tutumlarımızdan biri, çeşitliliğimizin aynı zamanda büyük bir avantajımız olduğudur. Elbette, Balkanlar’ın ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusundaki benzer görüşler, özel çıkarlarımızın genel tutum içinde tatmin olacağı, uyumlu ve bütünleştirici bir noktada buluşmalıdır.
Şu anda, Balkanlar’a dışarıdan ithal edilen güvenlik zorlukları ve istikrara yönelik potansiyel tehditler konusunda bir anlayışa varmak temel bir öneme sahiptir. Elbette, daha kolay ve özgür bir ekonomik işbirliği sağlamak için ilkeler belirlemek oldukça önemlidir, ancak bu süreç, bazı girişimlerde (Open Balkans – Açık Balkanlar) olduğu gibi “figs in the pocket – cepteki incirler” olmadan ve karşılıklı saygı çerçevesinde gerçekleştirilmelidir.
Haydi, 2040 yılına kendimizi bir şekilde yerleştirelim. Büyük jeopolitik değişiklikler nedeniyle, dünyanın çoğu gıda kıtlıkları, enerji eksiklikleri ve pahalı enerji ile çok kırılgan ve verimsiz devlet yapıları altında zor durumda kalırken, Balkan yarımadası ülkeleri bu tür sorunlarla karşılaşmadığını düşünelim. Büyük zorluklar dönemi olan bu zaman diliminde, olumsuz eğilimlerden kaçınmak için kolektif bir çaba gösterilmiş ve kötü niyetli etkilerin baskın çıkması engellenmiştir. Bu bakış açısı, radikal ve hatta gereksiz olarak değerlendirilebilir. Geleceği bilemeyiz. Ancak, önceki küresel ilişkilerden öğrenme potansiyelimiz varsa, bu bize yüksek bir dikkatle hareket etmemiz gerektiğini söylüyor.
Güçlüler savaştığında, acı çeken küçük olanlardır.
Sonuçta, gelecekteki nesillerin bu bölgelerde, yeni mimari, kültürel ve sanatsal girişimlerle şekillenen bir yaşamın tadını çıkaracaklarını hayal etmek güzeldir. O yaratıcılığın ve bilginin, burada yaşayan insanların ortak iyiliği, refahı ve güvenliği için hizmet edeceğini düşünmek umut vericidir. Ve her şeyden daha fazlası, işte bu, Balkanlar’ın bizim için anlamıdır.[1]
[1] Çeviri: Elif R. Nazim