Balkanlar’ı çocukluğumun coğrafi haritasından tanıdım, gök ekin gibi yemyeşil bir satıhta bir masal diyarının isimleri serpilmişti. Sonradan, o adların bizim lisanımızda dinlenerek tatlanmış müziğini de öğrendim: Selanik, Üsküp, İşkodra, Filibe, İskeçe, Manastır, Köstence, Resne, Mostar, Vardar, Budin. Kesme billurdan küçük ışıltılı bibloları andıran bu şehirlerin adlarını, hikayelerini henüz duymadan sevdim. Balkanlar haritası: Onun, dişlerimin arasında ısırdığım yaprak kadar yeşil oluşu bana çok doğal bir şey görünürdü, serin, bereketli ve damarları hayatla dolu. Karadeniz, Ege, Adriyatik’le sarmalanmış, ortasından Tuna’nın yardığı yeşil dağlar ve ovalar elbette ki yaşam dağıtmalıydı. Steplerden uğultuyla kopup gelmiş en erken atlarımız da bu dağlarla puslanmış geniş, bereketli ülkeye bakarken ve ona adını verirken dişlerinde aynı tadı taşımışlardır muhakkak.
Bu yeşil hülyanın anısı hatırımda öyle derinde uyuyakaldı ki, sonradan artık yetişkin hayatımın ilerlemiş yaşında her ne vakit ayağımı bir Rumeli toprağına bassam, yürüdükçe toprağın derinindeki köklerimin adımlarıma çılgınca filiz saldığını hissetmişimdir. Yaşadığım ve sevdiğim şehir İstanbul kendini bize vermeden çok önce Mohaç’ın; Anadolu’nun ezelden beri bizdedir zannetiğimiz şehirlerinden önce Rumeli’nin Türkleştiğini hatırlamak şaşkınlığa düşürüyor beni her defasında. Mithat Cemal Kuntay’ın, Sarıkamış’ta şehit düşen yüz bine yakın yiğit, gürbüz ve her biri aziz ölülerimiz için söylediği söz bu topraklar için de aklıma düşüyor; “Az millet Allah’ına bu kadar dinç ölü göndermiştir.” Hamasete tenezzül etmemeye ihtimam göstermişimdir daima, ancak ölülerimizi bağrına emanet ettiğimiz toprakların ebede kadar bizimle akrabalığının süreceğine de itikadımda yer ayırırım.
Safiye Erol, Ciğerdelen romanında, “Biz dünyayı kazanmış ve dünyayı kaybetmiş bir milletin çocuklarıyız…” demişti, “temelli gidemeyen ve temelli kalamayan bütün sevgililer gibi kalbimize hem aşkı hem hicranı…” taşıyoruz bu yüzden. Koskoca bir Osmanlı coğrafyası sarsıntılarla çatırdayıp dağılırken, ardımızda bıraktığımız sevdiklerimiz, bu şehirlerin hayaliyle kefenlenerek kaldı yüreklerde. Bu nedenle Balkanlar’da eski bir Türk kentine girdiğimizde, kaybettiğimiz çok sevgili bir ölüyü rüyada görmenin hüznüyle buruklaşırız.
Gurbete düşmüş vatandır bizim için Balkan coğrafyası.
Sultan’ın en gözdesi masal şehzadesini hatırlıyoruz coğrafyasını dolaştıkça, Osmanlı gözünden sakınmış canım Rumeli’yi, aldığından kat be kat fazlasını verdiği bir nakış coğrafyasına çevirmiş Balkanları. Payitaht dışında Türklüğün en damıtılmış ve en kesif hali Rumeli terbiyesinde görünür zannımca. İlk fetihlerden itibaren seçkin zanaatkarlarını, soyu asil leventlerini, irfan sahibi bürokratlarını ve yetmişiki millete bir bakan ermişlerini yerleştirmiş. Kervan geçirilmeyen, yol kesen zirvelere dervişanı muhafız kılmış; kurdu kuşu, haydutu eşkıyayı insan eylemişler, İslam’ın selamet diyarı kılmışlar dağları ve eteklerini. İlkin Sarı Saltuk’la el uzattığımız bu ülkede beş yüz elli yıllık bir saltanat, kılıçla değil adalet, refahla ve Gül Baba’nın (Rojadong) ruhaniyetine sinmiş insanlık erdemiyle sürdürülebilirdi nihayetinde; yurdun üzerinde göğü tutan sütun adaletti, o sürdüğü sürece gök yıkılmaz yurt tarümar olmazdı.
Balkan coğrafyasını sonradan hatırlayışım Yahya Kemal sayesindedir. Onun Kendi Gökkubbemiz dediği iklime yayılmış ve Tuna’ya yaslanmış efsane diyarları olarak karşıma çıktı eski şehirlerimiz. Üsküp’de doğup çocukluğunun rüyasını orada yaşamış şairin, modern şairler arasında en saltanatlısı olduğuna ben de katılırım. Tanpınar kadar –ki Huzur’da Rumeli türkülerinden ne çok bahis açar- sonraki tüm şiir geleneği de onun omuzlarının üzerinden seyreden bakışının etkisi altındadır. Bir bitmeyen susuzluğa benzer bir ağrıyla, omuzdan kesik kolun bıraktığı hayalet sızıyla andı şi’rinde ana yurdunu daima bu evvelinde estet ve sonrasında vatanperverliğe ihtida etmiş büyük ruh. “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum…/Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını, Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,/ Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu, Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu./ Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan, Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan./ Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular, Mahzun hudutların ötesinden akan sular” , artık çok uzakta, kulağımıza aksetmeyen nağmelerle akan ırmakların çağıltısı bir nabız gibi içime işliyor onun şiirinin ahenginde. Akıncıların coşkusuyla ben de çocuklar gibi şen hissediyorum, ayakları yerden kesilmiş atların boynuna yakın, “Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle.” “Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, Evlâd-ı fâtihâna onun yâdigârıdır./ Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o” dizelerinde Rumeli’den Orta Asya’ya bütün bir Türk coğrafyasının gök yeşili kubbeleri içimde uyanıyor içli selâlarla. “Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” diyorum.
“Canım Evliya!” diyordu Tanpınar, eleştirmek değil de inanmak için okuduğu mizahçı, kalender tabiatlı seyyahımıza; “Velhasıl, Bursa sudan ibarettir” sözü onun zihninde nasılki suyu ve Bursa’yı raptettiyse, Evliya’nın “Tuna’da rüzgar içen balıklar”dan bahsetmesi Bosna’yla hayatın o geniş soluğunu birleştiriyor muhayyilemde.
Biz tüm bu coğrafyadan, bir inkırazın şiddetiyle saçılarak geri çekildik. Böylesine sarsıcı, acı verici, umulmadık bir travma nesiller boyu yankısını taşır bir milletin kolektif bilincinde. Daha fenası onu kimselere anlatamadık, âr ettik. Büyük tehcirlerin, kırım ve kıyımların edebiyatı ve sineması yapıldı, tarihi notları ortaya saçıldı ama biz sustukça sustuk. Talan, tecavüz, soykırım ve vahşet, belki sadece birkaç Ömer Seyfettin hikayesinde göğsümüzde hıçkırık olup tıkandı. Mehdi hikayesine şöyle giriyordu “Serez istasyonundan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de Türk Müslüman’dık… Geçen felaket ve bozgun yılının (1912, Balkan Savaşı) canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüleri, sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinden duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sessizliğiyle susmuştuk.” Bu taştan sessizliği çözmek kabil olmadı bir daha da.
Biz sustuk ve onlar da hatırlamadı, vaktiyle İslâm diyarı olan yerlerde müslüman bırakılmadığı gibi, izzet ve şan ile mamur camiler ve medreseler de temellerine kadar imha edildi; Selimoviç, Andriç ya da Kazancakis’in hikayelerindeki vakur, cihangir, devletli, arif Türk’ün hatırasına rastladığım zamanlarda bile bu yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülden azad olamadım.
Kuntay, Üç İstanbul’da, Rumeli tehcirini bir yangın kabusuyla ifade etmişti, “Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: Doksan üç muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir” diyordu, “üç şeyin hududu yoktu, hastalığın, açlığın, vatan toprağının.” Nemçe’ye, Erdel’e, Beç’e dayanmış bir millet çok uzaklardan rücu ediyordu ve biteviye yürümenin hududu yoktu. Samiha Ayverdi de, Şehzade Camii avlusuna yığılmış aç, perişan muhacirleri tarif ederken, acaba Sultan Süleyman “Budin’leri, Estergon’ları, Sigetvar’ları, Ciğerdelen’leri fetheylediği zaman, kendi zaferlerinden çok evvel, cetlerinin fethetmiş olduğu Balkanlar’dan Türklüğün süngü ucu ile sürülüp kovalanacağını ve terk-i dar u diyar eden o milyonlar arasından birkaç yüzünün de, yaptırdığı şu camiin kubbesi altında sığınacağını hiç düşünmüş müydü?” diye söylenir. Ric’atimiz pek hazin oldu, hakikat.
Uzun bir çağdı bu, “bir gölgenin serinliğinde biraz bekleyebilir”iz sandık. Ama bahanemiz yok, İsmet Özel’in dediği gibi, burada kalamayız, başa da dönemeyiz. Ama döneceğiz, sıla-i rahim borcumuz var ve Allah’a gönderdiğimiz ölülerimiz bizi Balkan şehirlerine ebediyen akraba kıldı. Akrabalığın yeni yollarıyla sohbet etmeyi öğreneceğiz. Hasbıhal ile hatırlayacağız ve iyileşeceğiz.