Bu yazıya şöyle bir cümle ile başlamak geldi içimden. “Kader bizim neyimiz olur?”
Her varlık bir kaderle yaratılmıştır. “Kuşlar da kaderle uçar.” der şair.
İnsanın hayatı kendisine takdir edilmiş bir ömürden ibarettir. O takdir yalnızca yaşamın/ömrün süresinden ibaret değildir. İnsan bazen anlamaya ve anlamlandırmaya çalışsa da, çoğu zaman hükmüne teslim olmaktan ve kabullenmekten başka elinden bir şeyin gelmediği kaderini yaşar. “Her şey benim elimdedir, ben ne istersem, nasıl arzu edersem öyle bir hayat yaşarım.” diyen kim varsa onların yaşadığı da kaderdir, “Ben elimden geleni yaparım, gayretimi, gücümü, imkânlarımı sonuna kadar kullanırım, gayrısı kaderimdir.” diyenlerin yaşadığı da.
İnsan her şeyden kaçsa bile kaderinden kaçamaz. Kaçıyorum zannettiği de nihayetinde kaderidir. Hepimizin takdir edeceği gibi, bu derin bir mevzu.
İnsanın tüm hayatını ihata eden bu mevzunun konumuzla ilgisi nedir derseniz İbn Haldun’a atfedilen o meşhur sözü hatırlayalım: “Coğrafya kaderdir.”
Öyleyse başlığımıza dönüp, “Balkanlar bizim neyimiz olur?” sorusuna şöyle cevap verebiliriz:
Balkanlar bizim kaderimiz olur.
Meseleye böyle bakınca bundan sonrası hem kolay hem de oldukça zor ve karmaşıktır.
İnsan sürekliliği olan bir varlıktır. İlk insan Hz. Âdem’den bugüne kadar yaşa(n)mış olanların bir parçası, bir devamı. İnsan(lık) hikâyesinin özgün bir aktörü. Onun kaderi yalnızca yaşadığı zamandan ibaret değildir. İnsanın hayatını şekillendiren, etkileyen, kuşatan, belirleyen mensubiyetleri vardır: İnançları, değerleri, kültürü, tarihi, muhiti, çevresi gibi. Her mensubiyet bir sorumluluk olduğu kadar bir zorunluluktur da. İnsan yaşadığı sürece bunlardan kaçamaz.
İnsanın yaratılış gayesi yaşadığı dünyayı imar etmektir. İmar deyince de yalnızca fiziksel mimari, inşai, sanatsal boyutunu kastetmediğimizi hatırlatmak isteriz. İnsanın birinci önceliği kendisini mamur kılmaya çalışmasıdır. İnsan olmanın onuruna ve şerefine layık, vicdan ve haysiyet sahibi, erdemli, faziletli, hakkaniyetli bir kişilik inşa etmek. Bu hasletlere sahip bir insan için yeryüzünün imarı maksadıyla ulaşabildiği her yerde hakkı, adaleti, iyiliği, güzelliği, hayrı hâkim kılmak için çalışmak bir vecibedir.
Bugünden geçmiş(imiz)e baktığımızda dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan milyonlarca insanla inanç, tarih, medeniyet açısından aynı mensubiyetlere sahip olduğumuzu görürüz. Balkanları dikkate aldığımızda ise Osmanlı İmparatorluğunun beş asırdan fazla süren Balkan hâkimiyeti bu durumun çok daha müşahhas ve özgün olduğunu gösterir. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Balkanlar, ‘Pax Romana’ (Roma barışı) olarak adlandırılan dönem dışında ilkçağlardan itibaren devamlı katliamlara, sürgünlere, göç ettirmelere sahne olan bir bölgeyken Osmanlılar, 1389 Kosova Savaşı’ndan sonra kalıcı olarak yerleştikleri Balkanlar’da insanların inançlarına, ırklarına, dillerine, yaşantılarına müdahale etmeksizin herkesin huzur, güven, refah ve barış içerisinde yaşayabildikleri bir sosyal düzen kurdular. Kemal H. Karpat’ın ifadesi ile “Osmanlı Balkanlara yerleşince onların diline, dinine, hiçbir şeyine ilişmemiş ama onların iç kavgalarına son verip ‘Pax Ottomanica’ yı kurarak bu bölgenin sulh içinde yaşamasını temin etmiştir.” Bu açıdan baktığımızda Balkanlar bizim (mensubu olduğumuz medeniyetimizin) farklı milletlerle birlikte yaşama tecrübemizin iftihar tablosudur.
Osmanlının Balkanlardaki varlığı, o coğrafyadaki insanların bütün farklılıklarını zenginlik bilerek tarihe örnek bir “birlikte yaşayabilme kültürü” sunmasından ibaret değildir. Bu birlikte yaşama kültürü neticesinde hayata hâkim olan huzur, güven ve istikrar ortamı insanın, doğanın ve malzemenin fıtratına uygun olarak değerlendirilmesi sonucu örnek şehirlerin kurulmasına imkân sağlamıştır. Osmanlı kendi medeniyet tasavvurunu, Balkanlarda kurduğu şehirlerde de ortaya koymuştur. Saraybosna, Travnik, Mostar, Üsküp, Prizren, Ohri, Berat, Elbasan, Filibe, Köstence, Selanik, Tiran başta olmak üzere birçok balkan şehri Osmanlı mimarisinin birer özgün eseri olarak kurulmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın veciz ifadesi ile “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.”
Aradan geçen asırlara rağmen maddeye, mabede, sokağa, mahalleye, bütün bir şehre sinen o ruhu ve imanı hâlâ müşahede edebiliyoruz. Balkanlarda yaşanan acıların, hüzünlerin, savaşların asıl sebebi de her şeyde var olan o ruha ve imana karşı ortaya konan tahammülsüzlükten başka bir şey değildir. Böyle olmasaydı Mostar Köprüsüne kastedenlerin amacı ne olabilirdi ki?
Bu nokta-i nazariyeden de şunu söyleyebiliriz:
Balkanlar bizim her şehirde var olan silinmez izimiz, asırlardır yaşayan ruhumuzdur.
Büyük üstadımız Yahya Kemal Beyatlı “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır.” der. Bu cümleyi “Ova varsa Vardar ve Kosova’dır, çarşı varsa Başçarşı ve Üsküp Çarşısıdır, köprü varsa Mostar Köprüsü, Sokollu Mehmet Paşa Köprüsü ve Fatih (Taş Köprü) Köprüsüdür.” diye söyleyebiliriz de.
On yıl kadar önce bir grup öğrencimizle Üsküp’ten başlayıp sırasıyla Kalkandelen, Ohri, Priştina, Prizren, İşkodra, Bar, Budva, Kotor, Mostar, Travnik, Srebrenitsa ve Saraybosna’yı kapsayan bir Balkan turu yapmıştık. Bu ziyaretten sonra (ziyaret diyorum, çünkü Balkanlara birlikte gittiğimiz herkese şöyle söylerim: Balkanlara ziyarete gidilir, gezmeye gidilmez. Çünkü insan evini, yuvasını, yurdunu, hatıralarını ziyaret eder; yabancı bir turist gibi gezip dolaşmaz) öğrencilerimize şöyle bir mail yazmıştım: “Bundan sonra hepiniz biraz Üsküp, biraz Kalkandelen, biraz Ohri, biraz Prizren, biraz Mostar, biraz Travnik, biraz Saraybosna, çokça Srebrenitsa’sınız.” Balkanların her bir yeri bizim bir parçamızdır. Biz her adımda kendimizle buluşuyor, kendimize kavuşuyoruz. Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” de belirttiği gibi: “Üsküp ki Şar dağ’ında devâmıydı Bursa’nın”. Üsküp’ten Bursa’ya, İşkodra’dan Buhara’ya, Saraybosna’dan İstanbul’a, Mekke’den Kudüs’e, Medine’den Şam’a, Gostivar’dan Filibe’ye, Köstence’den İşbîliye’ye, Novi Pazar’dan Kurtuba’ya… Aynı medeniyetin mensupları olarak ortak bir ülkünün, ortak bir vatanın, ortak bir hikâyenin birer parçasıyız. Ancak birlikte var olacağımız, birlikte bir bütün olabileceğimiz birer paçası.
Hülasâ-i Kelâm, Balkanlar bizim için yurttur, yuvadır, sıladır. Yani; Balkanlar biziz.
Öyleyse başta sormamız gereken o soruyu şimdi soralım: Biz kimiz?
Biz Ayvazdede’yiz, Sarı Saltık’larız, Otman Baba’yız, Akyazılı Sultan’ız, Demir Baba’yız, Filibeli Ahmed Hilmi’yiz, Manastırlı İsmail Hakkı’yız, Harabati Baba’yız, İsa Bey’iz, Gazi Hüsrev Bey’iz, Fettah Efendi’yiz, Gül Baba’yız, Hacı Bayram-ı Veli’yiz, Hacı Bektaş-ı Veli’yiz, Hace Ahmed Yesevi’yiz, Yunus Emre’yiz, Mevlâna’yız, Aliya İzzetbegoviç’iz.
Biz, Süleyman Çelebi’nin Mevlidi, Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’si, Battal Gazi’nin Battalnâmesi, Ebülhayr-i Rûmî’nin Saltuknâmesi, Yunus Emre’nin deyişleri, Hoca Nasreddin’in nükteleriyiz.
Biz Sinan Paşa’dan, Murat Paşa’dan, Yahya Paşa’dan, Alaca Camii’nden, Gazi Hüsrev Beg Camii’nden, Hünkâr Camii’nden, Banyabaşı Camii’nden, Filibe Cuma Camii’nden, Ethem Bey Camii’nden, Priştina Fatih Camii’nden, Bayraklı Camii’nden, Nizam Camii’nden Travnik Alaca Camii’nden, Süleymani’den, Selimiye’den, Emevi Camii’nde, Mescid-i Aksa’dan asırlardır okunan ezanlarız.
Biz, Tuna’yız, Miljacka’yız, Drina’yız, Neretva’yız, Buna’yız, Bistrica’yız, Vardar’ız, Meriç’iz, Tunca’yız, Sakarya’yız, Fırat’ız, Dicle’yiz.
Biz, sönmeyen bir ateş, bitmeyen bir hikâye, hüzünlü bir türküyüz.
Velhâsılıkelâm: Biz Balkanlarız, Balkanlar biziz!