Toplumsal hayat, bireyin doğumdan ölümüne kadar çeşitli ritüel ve inançlarla şekillenir. Ele alınan bu ritüeller yalnızca bireysel değil; toplumsal, dini ve kültürel açıdan da önemli izler taşır. Doğum, sünnet, evlilik ve ölüm gibi geçiş dönemleri hem bireysel kimliğimizi belirler hem de toplumsal ilişkilerimizde önemli bir yer edinir. Bu çalışmanın konusu, Kuzey Makedonya’nın Üsküp şehrindeki Müslümanların doğumla ilgili geçiş dönemlerine dair örf ve adetlerinin sosyolojik anlamlarını analiz etmektir. Bu çalışmanın temel çıkış noktası, Üsküp’te yaşayan Müslüman halkın geçiş dönemlerine dair ritüellere verdiği önem ve bu ritüellerin kuşaktan kuşağa aktarılması konusundaki kararlılığıdır.
Doğum, geçiş ritüellerinin ilki olarak kabul edilir ve tüm toplumlarda insan hayatının başlangıcı olarak bilinir. Yeni doğan bebek yalnızca anne ve babayı değil; aileyi, akrabaları ve arkadaşları da mutlu eder. Bir neslin ve ailenin devamı için çocuğun dünyaya gelmesi, her toplumda olduğu gibi Kuzey Makedonya’nın Üsküp şehrinde de büyük bir sevinç göstergesi olarak kabul edilir. Üsküp’te yaşayan Müslümanlar için de ailenin yeri, anne ve baba olmak ve soyun devamını sağlamak oldukça önemli görülür.
Geçmişte ailelerde çocuk sayısı daha fazla iken, günümüzde iki ya da üç çocuk yeterli görülür. Eşlerin çocuk sahibi olması, soyun devamı açısından büyük bir mutluluk vesilesi olurken; çocuk sahibi olamayanlar için bu durum üzüntüye neden olur. Bu kişilerle karşılaşıldığında psikolojik destek verilmeye çalışılır ve yanlarında çocuk konusu açılmamaya özen gösterilir. Ancak bazı durumlarda çocuk sahibi olamayan bireyler hasta olarak kabul edilir ve sebebi sorulmaksızın çeşitli yöntemler, ilaçlar ve doğal karışımlar tavsiye edilir.
Evlenen kişilere yöneltilen en yaygın sorulardan biri, ne zaman çocuk sahibi olacaklarıdır. Bir ailenin ve neslin devamı için çocuk sahibi olmak çok önemli görülür. Çocuk sahibi olamayan çiftlerde önce tıbbi yöntemlere başvurulsa da, hastaneye gitmeden önce geleneksel yöntemler sıklıkla denenir. Örneğin bazı kadınlar, karınlarını sabunla ovup sıkı bir şekilde bağladıklarını ve bu şekilde birkaç gün karnı bağlı tutmanın hamile kalmayı kolaylaştıracağına inanıldığını ifade eder. Bazı kadınlar bu yöntemlerin işe yaradığını düşünerek umutlarını bu yollara bağlar.
Hamilelik haberi alındıktan sonra anne adayına gösterilen özen artar. Bazı ailelerde hamile kadın hasta gibi görülerek ağır işlerden tamamen uzak tutulurken, bazı kadınlar günlük hayatlarını neredeyse doğuma kadar sürdürür. Kalabalık ailelerde yaşayan kadınlar daha çok korunurken; yalnız yaşayan ya da küçük çocukları olan kadınlar ev yükünü taşımaya devam eder. Dikkat çeken önemli bir inanış, hamile kadının belirginleşen karnıyla erkek misafirlerin yanına çıkmasının uygun görülmemesidir. Bu durum “ayıp” olarak değerlendirilir ve kadınlar bu konuda oldukça hassas davranır. Ayrıca cenaze ile ilgili inanışlar da yaygındır; hamile kadının cenazeye bakmasının bebeğe zarar vereceğine inanılır. Hamilelik sırasında canın belirli yiyeceklere aşırı istek duymasına “aşerme” denir. Aşeren hamile kadınların istekleri büyük bir özenle yerine getirilir. Yerine getirilmediği takdirde çocuğun bedeninde veya yüzünde izler olacağına inanılır. Ekşi ve tuzlu yiyecekleri aşerenlerin kız, tatlı isteyenlerin ise erkek çocuk doğuracağı düşünülür.
Üsküp’ün geleneksel yapısında özellikle ilk çocuğun erkek olması sıklıkla temenni edilir. Ailenin soyunun erkek çocukla devam edeceğine dair yaygın bir inanç vardır. Erkek çocuk doğuramayan kadınlara geçmişte daha yoğun bir toplumsal baskı uygulanır. Doğuma sayılı günler kala evlerde tatlı bir telaş başlar. Bebek, anne ve baba için bohçalar hazırlanır. Aile büyükleri bu bohçaların içine bebek kıyafetleri, anne için elbiseler ve baba için gömlekler koyar. Doğumdan sonra anne hastanedeyken evde hamur kızartmaları yapılır ve bal eşliğinde komşulara ve akrabalara dağıtılır. Bu ikramlar, doğan bebeğin bereketini ve ailenin sevincini paylaşmak anlamı taşır.
Geçmişte doğumlar genellikle evlerde, ebeler ya da tecrübeli kadınlar tarafından gerçekleştirilir. Hastanelere karşı korku ve güvensizlik yaygındır. Günümüzde ise bu anlayış büyük ölçüde değişir ve doğumlar çoğunlukla hastanelerde yapılır. Doğum sonrası evlerin ve odaların süslenmesi, oyalı çarşafların serilmesi gibi uygulamalar da mevcuttur. Geleneksel anlayışta eş, doğum sırasında odada bulunmaz. Evde doğumlarda bu durum ayıp kabul edilirken, hastanelerde ise yasak olarak uygulanır. Eşler genellikle hastane önünde ya da ev dışında “iyi haber”i bekler. Doğum haberini getiren hemşire ya da aracı kişiye hediye verme adeti de yaygın biçimde sürdürülür.
Bebek doğduktan sonra kırk gün boyunca özel bir bakım süreci başlar. Bu dönemde bebeğin suyu bazen tuzla, bazen yumurtayla zenginleştirilir.
İsim konusunda ise genellikle anlamı güzel isimler tercih edilir. Çocuk için kurban kesilmesi, etin dağıtılması ve kulağına ezan okunarak ismin söylenmesi önemli ritüeller arasında yer alır. Lohusalık döneminde anne ve bebeğin kırk gün boyunca evden çıkmaması gerektiğine inanılır. Bunun sebebi hem annenin toparlanması hem de bebeğin dış dünyaya uyum sağlaması olarak görülür. Bu süreçte annenin morali yüksek tutulmaya çalışılır. Kırk günün sonunda anne, bebeğiyle birlikte ailesini ziyaret eder. Gittiği evlerde bebeğe yumurta, soğan ve ekmek verilmesi, bereket ve sağlık dileğinin sembolü olarak kabul edilir.
Tüm bu anlatılanların sosyolojik olarak değerlendirilmesi şu şekilde yapılır: Doğum, “geçiş ritüelleri” olarak adlandırılan toplumsal olayların ilki kabul edilir. Bireyin hayata gelişiyle birlikte toplum içerisindeki konumu da değişikliğe uğrar. Bu ritüeller, bireyin topluma kabul edilmesini sağlarken toplumsal birlikteliği ve aidiyeti de güçlendirir. İslam dininde de doğum kutsal bir süreç olarak kabul edilir. Üsküp toplumunda çocuk sahibi olmak, yalnızca bireysel bir tercihten ziyade toplumsal bir beklenti olarak ortaya çıkar. İnsanlar, bir ailede çocuk olduğunda o ailenin huzur, sevinç ve neşe içerisinde bir hayat sürdüğüne inanır. Ailenin devamı, soyun sürmesi gibi kavramlar bireyin ötesinde toplumsal yapıyı ilgilendirir. Bu durum, toplumsal yapının hâlâ geleneksel aile merkezli işlediğini gösterir. İslam’da da evlilik ve çocuk sahibi olmak hem bireysel sorumluluk hem de toplumsal bir görev olarak görülür.
Halk arasında çocuk sahibi olamama durumunda öncelikle kadının “sorumlu” görülmesi, toplumsal cinsiyet rolleri bakımından kadının daha fazla baskı altında olduğunu gösterir.
Kadınlar, genel anlamda biyolojik annelik üzerinden değer kazanır ve doğurganlık, kadının toplumsal statüsünü doğrudan etkiler. Üsküp toplumunda ise bu dini yaklaşım yerine geleneksel yargılar ön plana çıkar. Çocuğu olmayan bireylerin modern tıbbi yöntemlerden önce geleneksel uygulamalara yönelmesi, halk arasında kuşaktan kuşağa aktarılan bilgi türlerinin etkisini ortaya koyar. Bu durum, modernleşmeye rağmen geleneksel pratiklerin hâlâ güçlü bir şekilde varlığını sürdürdüğünü ve bu uygulamaların sosyo-kültürel belleğin canlı bir parçası olarak yaşamaya devam ettiğini gösterir.
Hamile bir kadına hasta muamelesi yapılması ise kadının doğurganlık rolüne verilen önemin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kadın, toplumun devamını sağlayan bir figür olarak görüldüğü için hamileliği sırasında korunması gereken biri olarak algılanır. Üsküp toplumunda bu koruma anlayışı büyütülerek kadının neredeyse “hasta” gibi muamele görmesine yol açar. Hamileyken erkeklere görünmeme meselesi ise toplumun mahremiyet anlayışıyla ilişkilidir. Hamilelikte bedendeki değişimlerin belirginleşmesi, kadının “namus” sembolü olarak görülen bedeninin başkaları tarafından görülmesini uygunsuz kılar. Bu anlayış daha çok örfe dayanır. Erkek çocuğa duyulan ilgi ve neslin devamını sağlayacağına dair söylemler, toplumun ataerkil yapısından kaynaklanır.
Geleneksel anlayışa göre erkek çocuk; ailenin soyunu devam ettiren, mirası devralan ve yaşlı ebeveynlerine bakım sağlayan kişidir. Buna karşılık kız çocukları evlendiklerinde başka bir aileye dahil olacakları için “geçici” görülür ve soyun devamı açısından kalıcı bir değer taşımadığı düşünülür. Erkek çocuk sahibi olmak, özellikle kırsal ve geleneksel çevrelerde annenin statüsünü artırır ve onun aile içindeki yerini güçlendirir. Bu bağlamda erkek çocuk doğuramayan kadınlara acıyarak bakılması, toplumun bu ataerkil değerleri içselleştirmiş olmasının bir yansımasıdır. Aşerilen yiyeceklerin temin edilmesi inancı, toplumda erkeğe yani eşe kadına karşı bir sorumluluk yükler. Bu durum, inançların bireylerin davranışlarını kontrol etme işlevi gördüğünü ortaya koyar. Bedenin şekli, yiyecek isteği gibi fiziksel ipuçlarından cinsiyet tahmini yapılması, doğa ile kültür arasındaki ilişkiye dair halk inançlarını yansıtır. Beden ve doğurganlık hâlâ gizemli bir alan olarak görülür ve rasyonel bilgi yerine sezgisel yorumlarla açıklanır.
Doğum öncesi hazırlıklar, anne ve bebeğin ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesinde ailenin sevgi ve desteğini gösterme biçimi olarak görülür. Bohçalar yalnızca eşyaların değil, aynı zamanda iyi dileklerin ve duaların taşıyıcısı kabul edilir. Bu hazırlıklar, toplumsal dayanışmayı ve aile içi rollerin pekiştirilmesini sağlar. Kadınlar arasındaki iş birliği, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği bir alan oluşturur. Doğum gerçekleştikten sonra hamur kızartması ve bal dağıtımı Üsküp’teki Müslüman topluluklarda hem bereketin hem de tatlı bir başlangıcın simgesi olarak yorumlanır. Hamur kızartması; evde hazırlanan, emek içeren bir yiyecek olması sebebiyle “annelik emeğini” ve “evin bereketini” temsil ederken, bal ise “hayatın tatlılığı”, “çocuğun bahtının açık olması” ve “tatlı dilli bir birey olması” temennilerini simgeler.
Geçmişte Müslüman kadınlar, hastanelerde ayrımcılığa uğrama korkusu ve Müslüman olmalarından kaynaklı olarak çocuklarının zarar görebileceği endişesiyle evde doğum yapmayı tercih eder. Bu durum, toplumsal güvensizlik ve etnik kimliklerin sağlık hizmetlerine erişimini etkileyen faktörleri yansıtır. Doğum sırasında eşlerin dışarıda beklemesi meselesi hem devlet hastanelerinde eşin içeri alınmamasından hem de geleneksel cinsiyet rollerinin bir yansımasından kaynaklanır. Bu uygulama, toplumsal normların ve aile içi rollerin nasıl şekillendiğini gösterir.
Yeni doğan için isim vermek, dini ve kültürel bir ritüel olarak kabul edilir. Bu uygulama, çocuğun topluma kabulünü ve dini kimliğinin inşasını simgeler. Erkek çocuğa dedenin isminin verilmesi de yaygın olarak görülür ve bu durum soyun devamı olduğunun simgesel bir ifadesi olarak değerlendirilir. Aynı zamanda ataerkil yapının görüldüğü Üsküp halkında, aile büyüklerinin ismiyle devam eden bir soy; o büyüğe duyulan saygıyı ve ailenin köklerine olan bağlılığını gösterir. Bu durum bir anlamda manevi miras aktarımıdır. Dedesinin ismini alan çocuklar aile içerisinde daha üst bir konumda kabul edilir. Bu durum, çocuğun kimliğinin daha erken yaşta şekillenmesine katkı sağlar.
Lohusalık dönemi, annenin fiziksel ve ruhsal iyileşme süreci olarak görülür. Kırk gün boyunca annenin evde kalması hem sağlık hem de dini inançlarla ilişkilendirilir.
Özellikle kırk gün dolmadan dışarı çıkan annelerin sütlerinin kesileceğine inanılır. Kırk gün geçtikten sonra annenin evden çıkıp ziyarete gitmesi ve oradan bebek için alınan eşyalarla çocuğun çabuk büyüyeceğine, sağlıklı olacağına ve rızkının bol olacağına inanılır. Bazı inanışlara göre verilen yumurta ile çocuğun yıkanması durumunda çocuğun güçleneceği ve sağlıklı olacağına inanılır.
Doğum ritüelleri, bireysel bir olayı toplumsal bir anlamla bütünleştirir. Doğum öncesi hazırlanan bohçalar, doğum sonrası yapılan ikramlar ve çeşitli törenler; toplumun ortak değerlerini ve inançlarını yaşatan önemli kültürel pratikler olarak kabul edilir. Bu ritüeller sayesinde birey yalnızca biyolojik bir süreci değil, aynı zamanda sosyal kabul ve aidiyet duygusunu da deneyimler. Üsküp’te yaşayan Müslümanlar için bu uygulamalar, Kuzey Makedonya’daki etnik ve dini çoğunluk karşısında kimliğin korunmasına hizmet eder. Ritüeller, hem dini hem de geleneksel unsurları bir arada barındırarak kuşaklar arası aktarımı ve toplumsal dayanışmayı sürekli olarak yeniden üretir.