Üniversite öğrencilik yıllarımda biraz Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiirinin biraz da Yavuz Bülent Bakiler’in Üsküp’ten Kosova’ya adlı şaheser gezi yazısının etkisiyle olmalı yurt dışına seyahat etme fırsatım olduğunda ilk yurt dışı gezimi Rumeli’ye yapmayı hayal ediyordum. 2010 yılında Üsküp’te yapılacak bir sempozyuma başvurmuştum. Ne yazık ki sempozyum başvuruma olumsuz cevap gelmişti. Biraz salgının etkisiyle biraz da üç çocuğumun kısa süre aralıklı olarak dünyaya gelmesinden olsa gerek yurt dışı seyahat planlarını ertelemek zorunda kalmıştım. Kader bu ya ilk yurt dışı gezime Üsküp’ten başlamak nasip oldu. Sempozyum/geziye lisans eğitimimden itibaren üzerimde büyük emeği olan kıymetli hocam Şaban Sağlık ve Dursun Ali Tökel ile aziz dost Ertuğrul Karakuş, yine Yılmaz Daşçıoğlu, Bilal Kemikli, Halil İbrahim Delice vd. kıymetli hocalarımla birlikte değerli öğrencilerim Fikri Kula, Ali Karahan ve İlker Ateş’in katılması her bakımdan mutluluk verici ve anlamlıydı.
Bir şehir hakkında onlarca kitap okunsa, sinema filmleri izlense, şehir görselleri incelense de o şehri canlı olarak görmeden şehri tanımak, onun ruhuna nüfuz etmek asla mümkün değilmiş bunu Üsküp gezisi örneğinde tecrübe ettim.
Üsküp’ün Mehmet Akif’i, sadece Üsküp için değil Rumeli hatta tüm Türk dünyası için oldukça önemli bir şair/şahsiyet olan Abdülfettah Rauf hakkında düzenlenen sempozyuma birçok kıymetli hocam, meslektaşım ve öğrencilerim gibi ben de davet edilmiştim. 24 Nisan 2025 Perşembe günü akşamı Üsküp’ün bulutlu semaları bizi selamladı. Üsküp her ne kadar Türk kimliğini korusa da ana vatandan ayrı düştüğü için mahzun olduğunu bize hatırlatmak istemiş olmalı ki bizi gözleri yaşlı karşıladı. Bir şehir hakkında onlarca kitap okunsa, sinema filmleri izlense, şehir görselleri incelense de o şehri canlı olarak görmeden şehri tanımak, onun ruhuna nüfuz etmek asla mümkün değilmiş bunu Üsküp gezisi örneğinde tecrübe ettim.
Üsküp’ü özellikle Türk/Müslüman kimliğinin baskın olduğu doğu yakası Üsküp’ünü ne kadar çok film ya da fotoğraftan izlesem de canlı olarak görmeden asla onun ruhuna nüfuz edemezdim. Bir şehrin kimliğini oluşturan üç önemli unsur vardır: mimari, nüfus ve nüfuz. Müslüman/Tükler olarak Üsküp’te ne kadar nüfuzumuzun olduğuna ilişkin net bir şey söylemek çok zor olsa da mimarisi ve Türklerin nüfusuyla Üsküp hâlâ Türk şehri kimliğini koruyor. Murat Paşa Camii dışında diğer camilerde Türkçe hutbe okunmadığını duyunca üzülsem de Cuma namazında meydana yayılan kalabalığı görmek, cemaatin çoğunun Türkçe bildiğini fark etmek eşsiz bir mutluluk kaynağı olmuştu. Onca ideolojik yıkıma, doğal afetlere rağmen Üsküp’te başta camiler olmak üzere İslamiyet’i temsil eden abidevi eserleri görmenin bu topraklarda İslamiyet’in devamı için umut verici olduğunu belirtmeliyim.
Heykelleri hep öne çıkarılan Üsküp, tam bir terkip şehirdir. Öyle ki bu şehri sadece Doğu ile Batı’nın kompozisyonu olarak nitelendirmek çok basit kalacaktır.
Bu sempozyuma katılmamamıza imkân tanıyan Balkan Çalışmaları Vakfı, Abdülfettah Rauf Araştırmaları Merkezi mensuplarının her birine ayrı ayrı müteşekkir olmakla birlikte Rumeli’nin tarihine, coğrafyasına, kültürüne her bakımdan hâkim ve bu uğurda büyük gayret sarf eden aziz dostum Ertuğrul Karakuş ve evlâd-ı fâtihân torunu Kalkandelen (Tetova) doğumlu, artık Üsküplü kıymetli öğrencim Elif Nazım’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Kıymetli öğrencim Elif’in, Abdülfettah Rauf’a ilişkin ilk lisansüstü tezi hazırladığını da tekrar belirtmek istiyorum. Ertuğrul Karakuş iyi bir dost, iyi bir bilim insanı olduğu gibi iyi bir kılavuz da. Heykelleri hep öne çıkarılan Üsküp, tam bir terkip şehirdir. Öyle ki bu şehri sadece Doğu ile Batı’nın kompozisyonu olarak nitelendirmek çok basit kalacaktır. Şehrin doğu yakasındaki her şeyiyle Doğu’ya özgü çarsında kendimizi tamamen Bursa, Erzurum, Manisa, Amasya, Konya vb. Anadolu şehirlerinde ya da onca istilaya rağmen çok şükür bugün Türkiye sınırlarında kalan Edirne’de dolaşıyor hissine kapılıyorsunuz. Hatta Üsküp çarşısı hem tamamen Doğu mimarisi hem de yayıldığı alan itibariyle neredeyse adlarını andığım şehirlerden daha çok Türk/Doğu şehri görüntüsüne sahip.
Sahil şehri Ünyeli olmamdan olsa gerek sahil şehirleriyle birlikte içinden nehir geçen ya da nehrin iki yakasına kurulan şehirlere hep özel ilgim olmuştur. Vardar Nehri’nin iki yakasına kurulan Üsküp, nehrin üzerine kurulan köprülerle daha ihtişamlı görünüm kazanmış. Nehir üzerine kurulan her bir köprü eşsiz güzelliğe sahip olsa da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün benim için yeri hep özel olmuştur. Aziz dost Ertuğrul Karakuş 4 günlük gezi süresince fırsat buldukça bizi Üsküp’teki en ufak ayrıntı hakkında bilgilendirmeyi ihmal etmedi. Üsküp her bakımdan Türk şehri, ancak ona bu kimliği en çok kazandıran en önemli abidevi eserlerden biri, hiç şüphesiz Fatih Sultan Mehmet Köprüsü. Köprü üzerinden geçenlerin çoğunun Türkçe konuştuğunu duymaktan bile daha mutluluk verici olan Köprü üzerindeki Roman çocukların varlığı ve Türk müziklerini yorumlayışları.
Üsküp’teki ilk günümüz olan cuma günü bu şehirde bulunmamızın asıl nedeni, Üsküp’ün manevi önderi Abdülfettah Rauf’un kabrini ziyaret ettik. Oldukça geniş alana yayılan bu mezarlıkta Müslümanlarla gayrimüslimlerin mezarlarının iç içe denecek kadar yakın mesafede olması dikkat çekici idi. Mezar taşlarında kabirde medfun kişilerin fotoğraflarının yansıtılmasına Türkiye’de de tanık olmuş ve bu uygulamaya farklı nedenlerle olumlu yaklaşmamıştım. Üsküp’te ise bu durum ne yazık ki oldukça rahatsız edici boyutta. Fettah Efendi’nin mezarını ziyaretten sonra ikinci durağımız, Kadi Baba (Gazi Baba) Türbesi oldu. Rumeli kültür tarihi uzmanı, gezimizin kılavuzu Ertuğrul Karakuş, bu türbenin Türk tezkireciliğinde oldukça önemli bir isim olan Aşık Çelebi’ye ait olduğunu tespit etmiş, bu konuya ilişkin bir makalesi de bulunmaktadır. Bu türbenin oldukça harap halde olması, hepimizi üzse de Ertuğrul hocanın bu uğurda verdiği mücadele takdire şayan olduğu gibi onun bu uğurdaki azminin boyutunu da göstermektedir. Cuma namazı öncesi, son durağımız Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiirinde de atıfta bulunduğu İsa Bey adına inşa edilen İsa Bey Camii oldu. Bu cami Yahya Kemal için birçok bakımdan önemli olsa da onun için asıl önemli kılan husus, çok sevdiği annesinin kabrinin bu caminin avlusunda bulunmaktadır. Ertuğrul hocanın bu kabrin ortaya çıkarılmasındaki gayretini de hatırlatmak lazım.
Üsküp’ün sembolik/abidevi eserlerden biri olan Murat Paşa Camii’nin hemen karşısında konaklamamız her bakımdan isabetli oldu. Katılımcı hoca/arkadaşlarımızın çoğu sabah namazı dahil vakit namazlarını bu camide kılma fırsatı buldu. Murat Paşa Camii’nin Üsküp’te Türkçe hutbe okunan tek camii olduğunu öğrenince biraz hüzünlensek de Cuma namazındaki yoğun katılım hüznümüzü biraz azalttı. Kendi adıma bir anda zamanda yolculuk yaptığımı sandım. Yahya Kemal’in dediği gibi “Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene. Biz sende olmasak bile sen bizdesin yine” mısralarını hatırladım. Çok şükür bir Türk/Müslüman olarak Üsküp’ü ziyaretimiz eskiye göre çok kolaydı.
Fettah Efendi, Üsküp’ün aynı zamanda Yunus Emre’sidir.
Fettah Efendi Sempozyumunun açılış programının Yunus Emre Enstitüsü merkezinde yapılması da oldukça manidardı. Fettah Efendi, Üsküp’ün aynı zamanda Yunus Emre’sidir. Yunus Emre Enstitüsü’nün şehrin ya da Vardar Nehri’nin batı yakasında olmasının da oldukça isabetli olduğunu belirtmek isterim. İlk günkü oturumlardan birinin Türkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı D. Mehmet Doğan ağabeyle ilişkili olması Fettah Efendi ile Mehmet Doğan ağabey arasında kurulan bağ/benzerlik nedeniyle oldukça isabetli olduğu kadar vefa göstergesidir de.
Sempozyum ikinci gün şehrin doğu yakasında Balkan Çalışmaları Vakfında devam etti. Balkan Çalışmaları Vakfının Rumeli’deki İslam/Türk medeniyeti araştırmaları takdire şayandır. Sempozyumun ikinci gününde birbirinden kıymetli olduğu kadar birbirini tamamlayan çok sayıda bildiri sunuldu. Çoğu sempozyumda olduğu gibi bu etkinlikte de fırsat buldukça şehir içi gezilerimizi yapmaya çalıştık. Bu tür gezi duraklarımızdan ilki Üsküp Kalesi idi. Şehre hâkim denebilecek bir tepeye inşa edilen Üsküp Kalesi’nin oldukça ihtişamlı ve abidevi bir eser vasfına sahip olduğu kesin. Ancak böylesine ihtişamlı eserin bakımsız kalması da üzücü.
Cumartesi akşamı aziz dost Ertuğrul Karakuş, bize şehrin batı yakasını gezdirmeyi teklif edince çok mutlu olduk. Üsküp’ün batı yakası Türk kimliğinden oldukça uzak olsa da yol üzerindeki bir mekânda Yalın’ın bir müziğinin Türkçe yorumlandığını duymak bizim için mutluluk ve gurur verici oldu.
Gezimizin üçüncü gününde Üsküp’ten Batı’ya doğru sefer yaptık. İlk durağımız Rumeli’nin şiir gibi şehirlerden biri olan Kalkandelen oldu. Şehrin sembolik/abidevi yapılarından biri olan Alaca Camii’ni daha önce Rumeli’ye ilişkin birçok eserdeki bilgi ve fotoğraflarla birlikte, bu şehre seyahat eden kıymetli arkadaşım Sema Noyan’ın gönderdiği fotoğraflar sayesinde ayrıntılı biçimde tanıma fırsatı bulmuştum. Ancak yine vurgulayayım ki bir şehri ya da onun içindeki abidevi eserleri görmeden onu anlamak, ruhuna nüfuz etmek asla mümkün değildir.
Kalkandelen’de kısa bir süre konakladıktan sonra gezimizin asıl durağı olan Ohri’ye doğru yol aldık. Ohri, göl değil adeta deniz kıyısına kurulmuş bir şehir görünümüne sahipti. Türkiye’de Safranbolu ilçesi başta olmak üzere, Ankara Beypazarı ilçesi, Eskişehir Odunpazarı semti, Kütahya Germiyanlı sokak, Ünye Kadılar Yokuşu vd. örnekler dışında çoğu şehirde başarılamayan geleneksel mimariyi koruma, çok şükür ki Ohri şehrinde başarılmış. Şehrin mimarisi bize Safranbolu’yu hatırlatırken göl kenarındaki konumu Van, Eğridir vb. göl şehirleriyle birlikte deniz kenarında uzun sahil şehirleri İzmir, Antalya, Samsun, Çanakkale, Yalova, Akçakoca vb. şehirleri hatırlatmakta. Sadece Kuzeymakedonya sinemasında değil dünya sinemasında da oldukça önemli bir film olan Yağmurdan Önce’nin (Yönetmen: Milcho Manchevski) Ohri Gölünün hem üst tarafındaki Manastır ve çevresinde çekildiğini bildiğim için Ohri Gezisi beni oldukça heyecanlandırmıştı. Yağmurdan Önce efsanevi ve oryantal müziğiyle ve ırkçılık karşıtı söylemi oldukça çarpıcı biçimde estetikten ödün vermeden işleyişiyle benim gözümde film değil bir şaheserdir. Bu filmi Edebiyat ve Sinema derslerimde işlediğim gibi filmin jenerik müziği tam 17 yıldır telefonlarımın arama müziği. 17 yıl içinde yanılmıyorsam 4 telefon değiştirmeme karşın arama müziğini değiştirmeye kıyamadım. Ohri Gölü motor gezimizde birçok fotoğraf çektirsek de Manastır ‘a odaklanan fotoğraf sayısı oldukça çok oldu. Bu turdan kısa süre sonra Manastırı yakından görünce adeta Yağmurdan Önce filmini yaşadım.
Üsküp’ten Kalkandelen, Ohri gezisi yolculuğu esnasında yol boyunca minareler bezenmiş Müslüman köyleri görmek oldukça mutluluk verici idi. Ohri Gölü turu esnasında şehirdeki sayısız minareleri görünce ecdadın mührünün silinmediğini görmek, sonsuza dek bu şehrin Müslüman belde vasfını koruyacağına umudumu artırdı. Üsküp gibi Ohri de tam bir Müslüman şehri, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi idi. İnci şehri Ohri mimarisiyle, çarşısıyla şiir gibi şehir nitelendirmesini fazlasıyla hak ediyordu.
Ohri’den sonraki durağımız yine şiir gibi şehir, geleneksel şiir akşamlarının şehri Struga oldu. Hem göl hem de nehir şehri olan Struga bu yönüyle biraz Eskişehir biraz Van biraz da Saraybosna idi. Vaktimiz dar olduğu için Struga şehrini de ayrıntısıyla dolaşma imkânımız olmadı. Ancak bize böylesine eşsiz güzellikleri görme, haz dolu anlar yaşatma imkânı veren başta Sevba Abdula ve Elif Nazım olmak üzere evlâd-ı fâtihân torunlarına ne kadar teşekkür etsem azdır.
Tıpkı Yavuz Bülent Bakiler gibi Üsküp’ten başlattığımız gezimizi Kosova’da tamamladık. Gezimizin son günü Kosova’da geçti. Kosova’da ilk durağımız Sultan Murat Türbesi oldu. Türbedar bilge teyze ve ailesindeki maneviyat bizi mutlu etse de anlattığı acıklı hikayeler, yıllarca onlara yaşatılan çaresizlikler yüreğimizde kor alevler tutuşturdu. Onca yıla rağmen türbenin korunması bu topraklardan ecdad mührünün asla silinemeyeceğine olan inancımızı bir kez daha pekiştiriyor.
Kosova Priştine şehrinde mimari, yaşama biçimi vb. yönlerden Amerikan tesiri de kendini çok belirgin biçimde hissettirse de şehir her bakımdan Müslüman şehir olduğunu ilk görüşte belli ediyor. Şehrin mimarisinde oldukça hâkim bir işleve sahip olan Yaşar Paşa, Murat Paşa Camileri şehri dolaşanlara Bursa, Erzurum, Kastamonu, Elazığ vb. Anadolu şehirlerini hatırlatıyor. Uçağımızın kalkış saati yaklaştığı halde Priştine şehrini bize ana hatlarıyla dolaştıran dostlara binlerce teşekkürler. Her sempozyum yeni dostlukların başlangıcıdır. Bu sempozyum ve gezi de bana Ahmet Tanyıldız, Ömer Solak, Mehmet Akif Gözitok, Seyit Yavuz, Ali İhsan Öbek (kıymetli hocamın oğlu Mehmet Akif Öbek’in de yüksek lisans tez danışmanlığını yapmıştım) vd. dostları kazandırdı. Dilerim Üsküp’ten başlayıp şimdilik Priştine’de tamamladığımız Rumeli gezimizi Gostivar, Mostar, Saraybosna, Sancak, Berat, Prizren, İskeçe, Gümülcine, Zağra vd. Rumeli şehir gezileriyle devam ettirmek nasip olur.