Ölümle Barışık Şehirler

Ölümle Barışık Şehirler
“Biz ölüleriyle birlikte yaşayan bir milletiz.”
Yahya Kemal Beyatlı

Mezarlıklar, köklerimiz, atalarımız. Mezarlıklar bir şehirdeki tanıklığımız, hafızamız. Yüzyıllara uzanan varlığımız.

Osmanlı Medeniyeti mezarın anlamını şehrin özüne yerleştirmiştir. Mezarlıklar, kelime anlamı olarak ziyaret edilen yerler. Yani unutulmayan, reddedilmeyen, şehrin dışına atılmayan. Osmanlının kurduğu şehirler; bu anlamın yaşadığı, ölümün hayatın içinde olduğu, ölümle çatışmayan, ölümle barışık olan şehirlerdir.

Ölüm bir noktadır.

Türk kültüründe beyaz; arılığın, barışın, huzurun, birliğin, yenilenmenin ve yeni bir evreye geçişin rengidir. Yeni bir hayata, yeni bir evreye geçiş beyazla ifade edilir. Bu nedenle doğan çocuğun kundağı beyazdır, çocukların sünnet elbiseleri beyazdır, gelinlikler beyazdır, ölen bir kişinin kundağı olan kefen de beyazdır. Ölüm bir noktadır. Yeni bir evreye geçişi, yeni bir hayata geçişi başlatır. Bu nedenle mezarlıklarımız da beyaz mermerlerle kaplıdır.

Osmanlı şehirlerinde her mahallenin meydanında küçük bir mezarlık vardı. Kahvehanelerle mezarlıklar yan yanaydı. Ölüler bu şehirde dirilerle birlikte yaşardı. İnsanlar sevdiklerini unutmazlardı. Sürekli onlara selam verir, dua yollar, ziyaret ederlerdi. Bu anlayışın bir yansıması olarak mezarlıklar en fazla camilerin küçük bahçelerinde oluşturulurdu. Çünkü insanlar dostlarını her gün görmek, onlara selam iletmek isterlerdi.

Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan şehri güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu.

Her ne kadar sevilenden ayrılmak zor olsa da bu ayrılık bir soğukluğa, bir isyana dönüşmüyor, ölüm emanetin teslimi olarak kabul ediliyordu. Sevilenler ölse bile yaşayanlar onları hayatın merkezine yerleştiriyor, anılarından, geçmişlerinden koparmıyorlardı.

Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak, Yaratıcıyla savaşmaktı.

Bu nedenle Osmanlı şehirlerinde mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı. Bayramlarda, Ramazan ayında, Kandil günlerinde, düğünde, sünnette, başa bir dert geldiğinde, dert kalktığında mezarlıkta yatan büyükler, dostlar ziyaret edilirdi. Bu yaklaşım hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak, Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak, hayatla çatışmaktı. Ölüler bizi yetiştirenler, şehri inşa edenlerdi. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı.

Mezarlıklar, ahiretin, yeni bir hayatın, baharın müjdecisiydi. Mezarlıklar çiçeklerle, ağaçlarla, bezenen yerlerdi. 1874 yılında İstanbul’a gelen ve İstanbul üzerine önemli bir eser yazan İtalyan yazar Edmondo de Amıcıs Eyüp mezarlığını şöyle tasvir eder. “Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabettir bu.”

Ağaç, köklülüğün ve hayatın simgesiydi. Servi sürekli yeşilliğiyle tazeliği, her dem canlı kalmayı, dik duruşuyla elifi, tevhidi ifade ediyordu.

Mezarlıkların başlarında serviler olurdu. Mezarlıklar mahalleyi tazeleyen küçük bir koruydu. Ağaç, köklülüğün ve hayatın simgesiydi. Servi sürekli yeşilliğiyle tazeliği, her dem canlı kalmayı, dik duruşuyla elifi, tevhidi ifade ediyordu. Rüzgârlarla salınıyor, oluşturduğu musikiyle konuşuyor, dua eden bir insan gibi başını öne eğiyordu.

Mezarlıkların ortasına çiçekler dikilirdi. Çiçekler yatan insanların güzelliğinin bir simgesiydi. Kokularıyla ölüler şehrini hayat şehrine dönüştürürlerdi. Mutlaka her mezarda kuşlar için bir su oyuğu olurdu. İnsanlar sevdiklerinin ziyaretçisiz kalmasını, sevgi defterlerinin kapanmasını istemezlerdi.

Mezarlıklardaki mezar taşlarını, iki arşınlık mezarın üstünde mermerin beyazlığında, ölümün soğukluğunu unutturacak sıcaklıkta, hüsn-ü hat (güzel yazı) ve çiçek motifleri süsler. Kadın mezar taşları çiçeklerle, bulutlarla, özü-cevheri simgeleyen meyvelerle süslenir. Ölen kadın bir loğusaysa mezar taşına bir gelin süsü yerleştirilirdi. Mezarın baş kısmına konan mezar taşında güzel yazıyla “Huv’el Baki- Kalıcı olan sadece O. (Allah’tır.) ruhuna Fatiha” yazılır. Ölen kişinin mesleğini, sınıfını belirleyen bir alamet ve bir serpuş. Sadece bu serpuşlar bile şehirde bir dönem yaşamış olan insanların, ilmi, ekonomik ve sosyal örgütlenmesi hakkında geniş bilgiler sunar. Kişinin adı, doğum ve ölüm yıllarına bazen hüzünlü bir şiir eşlik eder.

İstanbul’da Karacaahmet ve Eyüp. İki bilge insanın adlandırdığı semtler. Ölülerin etrafında kurulan semtler. İstanbul insanı, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli girişlerine ölüler şehrini kurmuştur. Şehre gelenlere ilk önce benim köklerime, geçmişime, ölülerime selam ver, der İstanbul şehri. Bir medeniyetle kucaklaşmadan önce, o medeniyeti kuranları selamla der İstanbul şehri.

Eyüp, adını Hz. Muhammed’in seçkin sahabesinden, dostundan, sancaktarından alır. Eba Eyyub el Ensari (Halid bin Zeyd). Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra yedi ay onu evinde ağırlayan, vahiy katipliği yapan, Peygamberin sancaktarı olarak bütün savaşlara katılan, Hz. Muhammed’in yakın dostu. Ebu Eyyub, 672 yılında 80 küsür yaşında Kostantinapolis’i kuşatmaya gelen Müslüman ordusuyla bu şehre gelir. Kuşatma esnasında hastalanarak ölür. Kabri 1453 yılında İstanbul Fethi’nin manevi lideri Akşemseddin tarafından bulunur. II. Mehmet tarafından 1459 yılında İstanbul’un ilk camisi ve külliyesi burada yapılır: Eyüp Sultan. Eba Eyyub’un kabri zengin çinilerle süslü türbeye dönüştürülür. Bu caminin etrafına insanlar akın eder, dalga dalga bir Türk mahallesi kurulur: Eyüp Sultan. İstanbul’un Fethinden sonra tahta çıkan sultanlar Osman Gazi’nin kılıcını bu camide kuşanır, Kılıç Kuşanma merasimleri, Eyüp Sultan’ın manevi huzurunda yapılırdı. Eyüp Sultan Camii 1776 yılındaki İstanbul depreminde büyük hasar görür. Bugünkü cami Sultan III. Selim tarafından Mimar Uzun Hüseyin Ağa’ya yeniden yaptırılır.

Caminin avlusunda parmaklıklarla çevrili çınar ağacının 1453 yılında Sultan II. Mehmet’in hocası Akşemsettin tarafından, şadırvanın kenarındaki çınar ağacının Sultan II. Mehmet tarafından dikildiği söylenir. Bu çınarlar Fetihten bu yana İstanbul’un, medeniyetin, hayatın ve ölümün tanıklarıdır. Bize nasıl yaşamamızı, nasıl duruş sergilememizi hatırlatan tanıklar.

Benzer Yazılar

Yorum Yap