“Üsküp, Fatih devrinin ruhani mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahud da Üsküp’te; ulema henüz bu bahsi halledememiş.”[1]
Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın kendi kaleminden çıkmış bu Üsküp tasviri, nice evliyaya beşik olmuş bu kültür coğrafyasını tevhit zemininde tarihin mirasçısı olarak çıkarır karşımıza. Camilerinden tutun da hanlarına, köprülerine, sokaklarına ve de Üsküp’ün incisi Vardar nehrine kadar bütün bu yapıların şahit olduğu şanlı tarihe birer mühür gibi kazınan mana, Üsküp’ün ruhunu ve kimliğini şekillendiren en önemli unsurlardan olmuştur.
Tarih sahnesine baktığımızda kuruluşu çok eskiye dayanan bir şehir olan Üsküp’ün, Osmanlı fethinden önceki dönemi, Yahya Kemal Beyatlı’nın hatıralarında şöyle açıklanmıştır:
“… Halbuki o şehri ezelden İslav addeden Sırplar, mesela onu fethettiğimiz 1392 senesinden evvel tam beş yüz on sene işgal etmiş değillerdi. Zaten Üsküp o zaman yoktu, yalnız adı olan küçücük bir köydü, Yıldırım Beyazıt tarafından, şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu.”[2]
Yahya Kemal Beyatlı’nın kendi hatıralarından naklen alınan bu bilgi Üsküp’ün bir şehir hatta bir kültür merkezi haline gelmesinin Yiğit Paşa’nın fethiyle başlamış olduğunun bir göstergesidir. Dönemin padişahı Yıldırım Bayezid’in Yiğit Paşa’ya emriyle gerçekleşen bu fetih ve hemen ardından başlayan kültür inşası bu bölgeyi geliştiren en önemli hadiselerden biri olmuştur. Böylece Kosova vilayetinin merkez sancağı olan Üsküp’ün Osmanlı idaresine geçiş tarihi 1392 olarak kabul edilmektedir. Paşa Yiğit Bey fetihten hemen sonra işe ilk olarak Üsküp merkezi çarşısına bir medrese inşası ile başlar. Daha sonra onlarca alim gibi Abdülfettah Rauf yani bilinen adıyla Fettah Efendi’nin de burada yetişeceği Meddah Medresesi, kayıtlara göre şehirde yapılan ilk medrese olarak inşa edilir. İsmini Yiğit Paşa’nın şeyhi ve akıl hocası Meddah Baba’dan alan medresenin yanında cami ve tekkenin de yapıldığı bilinmektedir. Osmanlı’nın ilim ve kültüre verdiği önem dolayısıyla kısa sürede şehirde birçok ilim merkezi, cami, han ve hamamların yapımının dışında Anadolu’dan getirilen Türk ailelerin buraya yerleşmeleriyle birlikte şekil almaya başlayan şehir tam bir İslami-Türk havasına bürünür ki bu havayı hala solumak mümkündür Üsküp sokaklarında.
İşte böyle manevi topraklarda dünyaya gelen Abdülfettah Rauf yani bilinen ismiyle Fettah Efendi de şehrin maneviyatından nasibini almış bir alim olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin doğup büyüdüğü ve yetiştiği bu toprakları severken kayıtsız kalmayıp bir dava olarak benimsemiş olması, şiirlerindeki vatan temini yoğunlukla kullanmasından anlaşılmaktadır. Fettah Efendi’nin hayatta olduğu yıllar Üsküp’ün ve de dünyanın belirsizlikler içerisinde olduğu buhranlı yıllara denk gelir. Balkan savaşlarından sonra Osmanlı etkisinin siyasi anlamda şehirden çekilmiş olması bir yana halkın benimsediği Türk-Müslüman kimliğine gelebilecek en ufak darbeden bile sakınan şehir sakinleri ve bu noktada tarih sahnesine çıkan alimlerden biridir Fettah Efendi.
Fettah Efendi’nin şehr-i Üsküp için kaleme aldığı en önemli şiirlerinden olan “Şehîde-i Şedâ’id-i Üsküb’üm İçin” [3] isimli şiirinde, sözlerine şanlı şehrine düşen gölgeler itibariyle içinde beliren hüzünle başlar:
“Üsküb’üme yandım bu acıklı kaderine
Yâd el dolaşır eski ahâlisi yerinde
Güller yerine gözlere batmakta dikenler
Kuş nâmına baykuş ötüyor bahçelerinde”
Mısraların tamamına hüzün hâkim olurken şair bir arayış içerisinde bulur kendini, artık sokaklarında tanıdık simalar yerine yabancılara rastlıyor olmanın verdiği derin yara, şairin gül ve diken örneğiyle bütünleşir. Son mısrada karşımıza çıkan baykuş örneği ise Türk kültüründe baykuş ötmesinin uğursuzluk olarak addedilmesinden yola çıkarak kuşu bir sembol olarak kullanması şehirdeki buhranlı havayı anlatmaya yetmiştir. Şiirin devamında şair Üsküp’ün eski güzel hallerini hayalinde tasavvur edercesine betimlemeye başlar:
…
“Üsküb o güzel gül ü çimen, meyve diyarı
Kuş cenneti âhenk yuvası dâr-ı mesârı
En tatlı ve hoş nağmelerin zemzeme-zârı
Coşmuş nice bin zevk u safâ bâğ-ı bahârı
Süslendi düzeldi daha çok sûreti şimdi
Arttı daha çok hüsnü bütün şöhreti şimdi
Yıldızlı ve mehtablı yüce ufka rekâbet
Eyler şu elektrikli yaman zîneti şimdi”
Bu dizelerle adeta neşeli bir hale bürünen şair ümitsizliği bir kenara bırakıp kendini Üsküp temaşasına bırakırken birden irkilerek tekrar gerçeğe döner ve şu dizelerle devam eder şiirine:
…
“Lâkin o zaman koptu içimden bu hitabe
Ağyara mı bu kadar zînet a kahpe
Gülşen dahi, rûşen dahi olsan nazarımda
En şanlı sarayın görünür köhpe harâbe
Yâr olmaz ise hiç nemelâzım şu diyârı
Eş dost yok ise neyleyeyim bâğ u hezârı
Her bahçesi arz etmede bir kanlı mezârı
Bir yaslı hazân görmedeyim şimdi bahârı”
…
Rumeli kültür havzasının makus talihinde Üsküp’e düşen gölge şairi o denli etkilemiştir ki Osmanlı’nın çekilmesiyle Türkiye’ye doğru başlayan göç hareketi şehirde hız kazanırken şairin eşinden dostundan uzak kalacağı düşüncesi şehri kaplayan bahar havasının yerine hazana bir geçiş olarak belirir. Şehirleri şehir yapan en önemli unsur hiç şüphesiz ki oradaki yaşanmışlıklardır. Üsküp bu bakımdan değerlendirildiğinde içinde barındırdığı birçok ilim merkeziyle zamanın gözde mekânı olarak birçok âlim için cazibe merkezi olurken, şehrin maneviyatını çoğaltan bu ilmi çalışmalar derin kültürün de oluşmasında önemli bir faktördür. Şair aslında şiirin arka planında Üsküp’te bir zaman hüküm sürmüş bu geleneksel Türk-Müslüman kimliğine düşecek gölgelerden korkar. Sultan Bayezid’den miras kalan bu şehire sahip çıkamamaktan şu dizelerle yakınır:
…
“Ey Yıldırım’ın bizlere andacı Üsküb
Çıktın elimizden bu kader pek acı Üsküb
Sen kimlere kaldın bugün eyvah yanarım ben
Haclende domuzlar güveyi ey cici Üsküb
…
Ey şah-ı şehidin bize yâdı özel Üsküb
Arzıyla semâsıyla sevimli güzel Üsküb
Çıktın ebediyyen elimizden ne hazîndir
Hattâ bunu anmak bile lütf-ı ezel Üsküb”
…
Burada şairin “Çıktın ebediyyen elimizden ne hazîndir” mısrası oldukça hüzünlüdür. Mehmet Akif’in “Hakkın Sesleri” isimli kitabında kaleme aldığı şiirindeki benzer ifadeleri kullanan şair “Dedemin sürdüğü can ektiği toprak gitti / Öyle bir gitti ki bir daha gelmez ebedi”[4] mısrasını hatırlatırken toprakların artık ebediyyen geri alınamayacağı konusunda iki şairin de hemfikir olduğu görülür. Aslında Fettah Efendi bu dizelerle içinde yaşadığı büyük hüznü anlatırken okuyucuda da derin bir düşünce ve tarih bilincine kapı aralar. Şiirde ümitsizliğin yanında üstüne yüklendiği bir davaya sahip çıkamayışının nâlesi ve atalarına karşı duyduğu mahcubiyeti vurgularken okuyucunun rahatını bozarcasına suçu üstlenir:
“Yok sende kabâhat yine her suç bize â’id
Yağmurlu yazın karlı kışın hüznüne şâhid
Hiç annesini bir oğul ağyara verir mi
Verdik bize lâyık bu mesâ’ib bu şedâ’id”
Fettah Efendi’nin bu şiirinde “Hiç annesini bir oğul ağyara verir mi” dizesi aklımıza Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiirindeki: “Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa / Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.” dizelerini getirir. Fettah Efendi’nin bu dizelerde bir bakıma Yahya Kemal’in emanetine sahip çıkamayışına sitem eder. Bu sitem, yalnızca bireysel bir duygunun ifadesi değil, aynı zamanda Üsküp’ün bir medeniyet mirası olarak yitirilmesine duyulan derin bir hüzün ve özlemin de dışavurumudur. Fettah Efendi, bu dizelerle Üsküp’ü bir anne figürüyle özdeşleştirerek, şehrin yalnızca bir mekân değil, aynı zamanda bir aidiyet, bir kimlik ve bir yurt olduğunu hatırlatarak kendisini bu felaketlere ve musibetlere layık görür.
Tarihi ve kültürel dokuyla örülü bu mekan, Fettah Efendi’nin mısralarında can bulan miras ve zengin kültürel doku, şairlerin ve yazarların ilham kaynağı olmayı sürdürmektedir. Üsküp yalnızca bir mekan olarak değil, aynı zamanda bir duygu, bir anlam ve bir hikâye olarak eserlerde yer edinmiştir. Bu sokaklarda yankılanan şiirleri okurken, coğrafyanın ruhunu geleceğe taşıyan Üsküp’ün, hem bir şehir hem de bir fikir olarak ne denli eşsiz olduğunu bir kez daha fark ediyoruz..
Peki, şimdilerde Üsküp nasıldır diye sorarsanız, -bana göre-
böylesine mânâ dolu bir hikâyenin içinde, şairlerin dizelerinde
bir miras olarak can bulan Üsküp, sîne-i yârânda kendi şiirini
yazmaya devam ediyor…
Kaynakça
Beyatlı, Yahya Kemal, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım”, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1972.
Güneş, Mehmet, “Rumeli’nin Kaybının Türk Şiirinde Akisleri”, Türkbilig, 2011/21. Rauf, Abdülfettah, “Yine Vatan İçin”, haz. Emre Aracı, Emrah Gökçe, Sevba Abdula Üsküp: İDEFE Yayınları, 2021.
[1] Yahya Kemal Beyatlı, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım”, s.46, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1972.
[2] Yahya Kemal Beyatlı, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım”, s.55.
[3] Abdülfettah Rauf, “Yine Vatan İçin”, syf:19, İDEFE Yayınları, Üsküp, 2021.
[4] Mehmet Güneş, “Rumeli’nin Kaybının Türk Şiirinde Akisleri”, s:183- 206, Türkbilig, 2011.